Muzaffer Kaya: Erdoğan’ın diktatörlük planını barış bozar
Barış istediği için tutuklanan akademisyen Muzaffer Kaya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek derdinin kişisel iktidarını, tekelini kurmak olduğunu vurguladı.
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Barış için Akademisyenler inisiyatifinin bildirisine imza attıkları gerekçesiyle “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla tutuklanan ve 40 gün cezaevinde kalan Yard. Doç. Muzaffer Kaya gazetemize konuştu. Kaya, tutukluluk sürecinden ülkedeki siyasi gelişmelere kadar sorularımızı yanıtladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tek derdinin kişisel iktidarını, tekelini kurmak olduğunu söyleyen Kaya, “Erdoğan’ın diktatörlük planlarını bozacak olan barış politikasıdır. İçinde bulunduğumuz koşullarda barış ve demokrasi kavramları eş anlamlı hale gelmiştir” dedi. Dokunulmazlıkların kaldırılması için AKP’nin anayasa maddesinin değişikliği teklifi konusunda da CHP’ye de uyarıda bulunan Kaya, “HDP’nin Meclisten tasfiye edilmesine ‘Evet’ demek faşizme yürüyüşünde Erdoğan’ın önüne kımızı halı sermek olur” yorumunu yaptı. Kaya, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görevden ayrılmasını da ‘darbe içinde darbe’ olarak değerlendirdi.
‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine neden imza atmıştınız?
Öncelikle bildirinin ortaya çıktığı koşulları hatırlamak lazım. Bir yanda Suruç’ta, Ankara’da patlayan bombalar ve kitlesel kıyımlar, öte yanda Kürt coğrafyasında hızla tırmanarak 1990’ları da aşan korkunç savaş. Temmuz ayından itibaren içine yuvarlandığımız şiddet sarmalı hepimiz üzerinde travmatik bir etki yapmıştı. Özellikle sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği ilçelerde durum korkunçtu, o zaman Sur ve Cizre gündemdeydi. 12 Eylül döneminde bile böylesi görülmemiştir. İnsanlar en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu, gıdaya ulaşamıyor, sağlık hizmetlerinden yararlanamıyorlar... Eğitim tamamen iptal edildi. İlçenin bütün öğretmenlerinin mesajla şehir dışına çıkarılması dünyada ve Türkiye tarihinde eşi benzeri olmayan bir uygulamadır. Öldürülen yüzlerce sivil, buzdolabında bekletilen ölü çocuk bedenleri, cenazeleri günlerce yerde kalan insanlar... Bütün bunları hiçbir şey yapmadan izlemek, bizim onurumuzu zedeleyen ve vicdanımızı yaralayan bir şeydi. Bir şey yapmak gerekiyordu ve aslında biz en basit şeyi yaptık. İmza atmak olabilecek en pasif eylemdir.
Tutuklanmadan önce çalıştığınız Nişantaşı Üniversitesinden işten atıldınız. Tutuklanmanızın ardından dayanışma etkinlikleri ve eylemleri yapıldı. Sizler için gösterilen dayanışmayı nasıl buldunuz?
Barış bildirimizin kamuoyuna ilan edilmesinden bir ay sonra altı arkadaşımla birlikte işten atıldım. Yaşadığımız hak gasplarını kamuoyu ile paylaştığımız 10 Mart tarihli basın açıklaması nedeniyle tutuklandık. Tutuklanmamızın ardından hem akademisyenlerin hem de demokratik muhalefetin yürüttüğü dayanışma kampanyası bence tahliyemizde oldukça etkili oldu. Hukuki açıdan zaten yargılanmamız bile tam bir saçmalıktı, iddianame yerlerde sürünüyordu. Ama yargının bu denli siyasileştiği koşullarda salt hukuki mücadele ile sonuç almak mümkün değildi. Arkadaşlarımız hem ulusal hem de uluslararası ölçekte etkin bir dayanışma kampanyası yürüttüler ve bu kampanya sayesinde henüz beraat etmediysek de tutuksuz yargılanıyoruz.
‘HER AN HERKES TERÖRİST OLABİLİR’
Barış talep etmenize rağmen iddianamede ‘terör örgütüne’ yardımla suçlandınız...
Evet, Türkiye’de terör kavramı ihtiyaca göre o kadar geniş tanımlanabiliyor ki, her an herkes terörist olabilir. İktidar terörle mücadele yasasını muhalefetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallıyor. En son Bilgi Üniversitesindeki akademisyen arkadaşımız Chris Stephenson, tutuklandığımız gün bizimle dayanışmak üzere adliye binasına girerken üzerinde bulunan HDP’nin Newroz davetiyesi nedeniyle terör propagandasından yargılanıyor. Düşünebiliyor musunuz üzerinizde bir yasal partinin etkinlik daveti olması suç sayılıyor savcılar tarafından. Bunun hukukla açıklanabilecek bir tarafı yok. Bu hak ihlallerini güçlü bir şekilde teşhir etmeli ve güçlü dayanışma kampanyaları organize etmeliyiz.
‘BARIŞ DEMEK DEMOKRASİ DEMEKTİR’
Barış bugün hem Ortadoğu hem de Türkiye için en önemli bir talep haline geldi. Neler diyeceksiniz?
Ülkemizde ve Ortadoğu’da korkunç iç savaşlara ve yıkıma tanık oluyoruz. Bu yıkım bölge devletlerinin ve emperyalist devletlerin politikalarının bir sonucu. Bu koşullar altında, barış talebi bence son derece radikal ve devrimci bir taleptir. Türkiye’ye bakacak olursak bütün yatırımını içeride ve dışarıda savaşa yapmış, savaş üzerinden gücünü pekiştirmeye çalışan bir iktidar görüyoruz. Erdoğan hayalindeki diktatörlüğü Kürtlerle savaş politikası üzerinden kurmaya çalışıyor. Bu durumda barış demek aynı zamanda demokrasi demektir, hatta laiklik demektir. Çünkü Erdoğan’ın hayalindeki diktatörlükte laiklik prensibine de yer yok.
Ortadoğu’da halkların barış ve özgürlük içinde bir arada yaşayabilmesi için iki önemli konuda adım atmamız gerekiyor. Birincisi Ortadoğu’nun ortasında en 30 milyonluk bir nüfusa sahip olan ve dört ülkenin sınırları içinde yaşayan Kürt halkının siyasi statü talebinin bir şekilde karşılanması gerekiyor. Bu her ülkenin kendi koşulları içinde farklılaşabilir, ama artık bu tarihsel talep göz ardı edilemez. Bu konu, Kürt halkının temsil kapasitesi olan örgütleriyle müzakere edilmek zorundadır.
İkincisi demokratik laikliğin hayata geçirilmesine ihtiyacımız var. Farklı din ve mezheplerin iç içe yaşadığı Ortadoğu’da demokratik laik siyasal sistemlerin yaratılması gerekiyor. Demokratik laiklik barış içinde bir arada yaşayabilmenin önemli bir koşulu.
OTORİTER LAİKLİK YERİNE DEMOKRATİK LAİKLİK
Demokratik laiklik derken neyi kastediyorsunuz?
Türkiye deneyiminden hareketle söylüyorum. Bizde laiklik uygulaması bildiğiniz gibi başından beri problemliydi. Laikliğin iki boyutu vardır. Birincisi devletin işleyişinde herhangi bir inanca referans verilmemesi, ikincisi ise siyasi erkin tüm inançlara eşit mesafede olması. Cumhuriyet sonrasında birinci boyutun hayata geçirildiğini ama ikincisinin söz konusu olmadığını düşünüyorum. Ayrıca uygulama biçimi oldukça otoriterdi. Bizde laiklik dinin devlet tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmesi amacını güdüyordu. Ancak burada pratikte Sünni İslam devlet dini olarak belirlenmişti. Devlet kağıt üzerinde laik olsa da fiiliyatta değildi. Devlet İslam’ı dışındaki tüm mezhepler yasaklandı ve sıkı bir asimilasyon politikası hayata geçirildi. Örneğin Alevi inancı yok sayıldı ve inanç örgütlenmesi tasfiye edildi. Bu yüzden 1930’lu yıllarda şekillenen ve Sünni İslam’ın devlet yorumunu hepimize dayatan otoriter laiklik uygulaması yerine demokratik laiklik anlayışını savunuyorum.
Sokağa çıkma yasağı uygulanan il ve ilçeler sayısı artarak devam etti ve ediyor. Yasağın resmiyette kalktığı kentlerde geriye bir yıkım ve enkaz kaldı. Bu vahşetlere karşın toplumda özellikle ülkenin batısında yeterli bir tepki gösterilmedi...
Haklısınız, ülkenin bir kısmında Suriye iç savaşından farkı olmayan bir yıkım yaşanırken ülkenin batısı normal gündelik hayatını sürdürebiliyor. Oysa Türkiye’nin batısında savaşa karşı güçlü bir itiraz ve yıkım bölgelerindeki halkla güçlü dayanışmalar örgütleyebilmeliydik. Bunları çok sınırlı ölçüde yapabildik ne yazık ki. Ancak hâlâ sürecin içindeyiz ve önümüzdeki günlerde yapabileceğimiz çok şey var. Öncelikle barış çağrımızı daha yüksek bir sesle dillendirmeye devam etmeliyiz. Ayrıca yıkım bölgelerindeki halkla daha güçlü dayanışma kampanyaları örgütlemeliyiz. Demokratik muhalefetin birlikte çalışabileceği ortak platformlar yaratmaya ihtiyacımız var.
Erdoğan’ın Türk tipi başkanlık dayatmasına hayır diyenlerin, Saray’ı durdurmanın yolunun barış demekten geçtiğini anlaması gerekiyor. Erdoğan’ın diktatörlük planlarını bozacak olan barış politikasıdır. İçinde bulunduğumuz koşullarda barış ve demokrasi kavramları eş anlamlı hale gelmiştir.
‘TEK DERDİ KENDİ KİŞİSEL İKTİDAR TEKELİNİ KURMAK’
Öncesi bir yana Kürt sorununun, son 40 yıllık deneyimle şiddetle çözülmeyeceği aşikar olmasına karşın tekrar savaş politikasına neden dönüldü?
Bunun pek çok nedeni sayılabilir, ancak ben belirleyici olanın Erdoğan’ın yeni rejim inşa etme ihtirası olduğunu düşünüyorum. Yeni rejim derken de ideolojik bir adanmışlıktan ziyade gücü kendinde toplamaya dönük sonsuz bir arzudan bahsediyorum. Erdoğan bir dava adamı ya da bir mücahit değil. Tek derdi kendi kişisel iktidar tekelini kurmak. Büyük bir iştahla sonsuz iktidar istiyor, din de milliyetçilik de buna hizmet ettiği oranda anlamlı onun için. Bu yüzden son derece pragmatist davranabiliyor ve en yakın çalışma arkadaşlarını birer birer tasfiye edebiliyor. Çünkü amaç bir davayı savunmaktan ziyade mutlak iktidara sahip olmak. Erdoğan 7 Haziran seçimlerinden sonra arzu ettiği tek adam rejimini ancak savaş politikasıyla kurabileceğini düşündü ve o zamandan beridir buna uygun davranıyor.
DOKUNULMAZLIĞA ‘EVET’ ERDOĞAN’IN ÖNÜNE KIRMIZI HALI SERMEK OLUR
Peki güncel politik gelişmelere dair bir şeyler söylemek ister misiniz? Bir yandan dokunulmazlık tartışması var öte yandan Davutoğlu’nun vedası.
Dokunulmazlık konusu Türkiye’nin geleceği açısından son derece önemlidir. Eğer Erdoğan bu konuda istediğini elde ederse ki CHP’nin akıl almaz tutumu sayesinde buna çok yaklaştı, kendi diktatörlüğünü kurma yolunda çok çok önemli bir eşiği geçmiş olacak. Dokunulmazlıkların kaldırılmasının amacı HDP’yi Meclisten tasfiye etmektir. CHP’liler unutmasınlar ki, HDP barajı aşarak Meclise girmeseydi bugün Türk tipi başkanlık rejimi hayata geçmiş olurdu. Erdoğan’ın başkanlık hayali gerçekleşmedi ise, bunu HDP’nin barajı aşarak Meclise girebilmesi sağladı. Şimdi HDP’nin Meclisten tasfiye edilmesine “Evet” demek faşizme yürüyüşünde Erdoğan’ın önüne kımızı halı sermek olur.
HDP’lilerin Meclisten tasfiye edilme çabasının devletin ve vatanın bekasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Erdoğan’ın başlattığı dokunulmazlık tartışması kendi kişisel diktatörlüğünü kurmak üzere yaptığı manevralardan birisidir. CHP yönetimi şu anda kendi tabanına rağmen, inanılmaz bir şekilde Erdoğan’ın mevcut cumhuriyet rejimini yıkıp kendi diktatörlüğünü kurma projesine payanda oluyor. Yargının bu kadar siyasileştiği bir durumda dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” demek celladın giyotinine uysalca kafayı uzatmaktan başka bir anlam taşımıyor. Hele ki Davutoğlu’nun vedasından sonra AKP’deki son zayıf fren mekanizması da devreden çıkacak ve Türkiye tam anlamıyla fiili başkanlık rejimine geçecek. Anayasa başta olmak üzere hukukun askıya alındığı bir darbe konjonktüründe dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” demek Saray darbesinin yancısı durumuna düşürür sizi.
DARBE İÇİNDE DARBE
Şu anda darbe içinde darbe yaşıyoruz. Saray’ın 7 Haziran seçim sonuçlarını kabul etmemesi ve koalisyonu engellemesi zaten bir darbeydi.1 Kasım seçimleri darbe ve savaş koşulları içinde yapıldı. Şimdi darbe içinde darbe yapılıyor. Erdoğan mutlak iktidar arzusunun önündeki tüm pürüzleri kaldırıyor, Davutoğlu’nun tasfiyesi budur, HDP’lileri hedef alan dokunulmazlıkların kaldırılması budur.
Saray, mutlakıyet rejimini 22 Mayıs’ta fiilen kuracak ve eğer dokunulmazlık oturumunda istediğini alırsa önce HDP’yi Meclisten tasfiye edecek, ama sonra mutlaka sıra CHP’lilere de gelecek. CHP’li milletvekillerinin dokunulmazlık yasası genel kurula geldiğinde bu büyük ve yakın tehlikenin farkında olarak tutum belirleyeceklerine inanmak istiyorum. Aksi CHP’nin toplu intiharı anlamına gelir.
NE OLMUŞTU?
Barış için Akademisyenler inisiyatifi tarafından hazırlanan “Bu suça ortak olmayacağız” bildirinin açıklamasının ardından başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, Hükümete yakın basın tarafından hedef gösterilen akademisyenlerden Muzaffer Kaya, Kıvanç Ersoy, Esra Mungan, Meral Camcı için gözaltı kararı verildi. Meral Camcı yurt dışında olması nedeniyle gözaltına alınmadı. İstanbul Nöbetçi 5. Sulh Ceza Hakimliğine sevk edilen Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy, “Terör örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla tutuklandı.”Biz korkmuyoruz, bile bile Türkiye’ye döndüm” diyen Meral Camcı, 30 Mart’ta Türkiye’ye döndü. Camcı da bir gün sonra aynı gerekçeyle tutuklandı.
Esra Mungan ve Meral Camcı Bakırköy Cezaevine, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya da, Silivri Cezaevinde tutuklu kaldılar. Her iki cezaevinde önünde dayanışma eylemleri yapıldı. 4 akademisyen 22 Nisan’da çıktıkları ilk duruşmada tahliye edildi.