‘Liste akşamdan verilirdi, sabah öldürülürlerdi’
Semih Hiçyılmaz
SUNU: SORGUSUZ SUALSİZ KATLEDİLENLER
Çoğumuz izlemişizdir karanlık olaylarla dolu nefes kesen bir filmi sinemada ya da seyrek de olsa televizyonda. Genellikle yakın tarihteki bir Latin Amerika ülkesini anlatmaktadır. Diktatörlükle yönetilen ülkede rejim muhalifleri özel giysili, tam teçhizatlı, kimsenin karışamadığı, dokunulmaz kişiler tarafından evinden, sokaktan, okuldan kaçırılır. Bazen güpegündüz şehrin kalabalık bir meydanında gerçekleştirilen bu kaçırmada etraftaki onlarca insandan hiçbiri görgü tanıklığı yapamaz. Kimse görmemiştir, kimse duymamıştır olanları, yaşananları. Bazen bir gazetecidir kaçırılan, diktatörün istemediği şeyler yazan. Bazen bir insan hakları savunucusu, ülkedeki uygulamalara karşı çıkan. Bazen bir devrimci militan, özgür bir ülke hayaliyle yanıp tutuşan.
Kaçırılanlar ya camları karartılmış siyah bir minibüsün ya da bir askeri cemsenin içerisine dövülerek konulur ve araba işkence merkezine doğru hareket eder. Günler süren işkenceli sorgularda bazen bir Amerikalı danışman bile olur. Sonrasında ağır işkencelerden geçirilen tutsağın cansız bedeni kaybedilmek üzere şehrin ücra bir köşesine götürülür gömülmek üzere. Kimi zaman bir tarla, kimi zaman bir çöplük, kimi zamansa kimsesizler mezarlığıdır kayıp ölülerin gömüldükleri yer.
Bir kısmı iyi niyetle, o ülkede yaşananları tüm dünyaya duyurmak amacıyla çevrilmiştir bu filmlerin, bir kısmıysa devletin ne kadar güçlü ve baş edilmez olduğunu anlatmak için. Ama ne amaçla çekilirse çekilsin film, son yazısından sonra seyredenlerin içine bir ürperti doluşur. İki saat boyunca seyredilen vahşet, insan insana bunu nasıl yapar diye sordurtan sorgulamalar. Bu sorgulamalar çoğu kez sinemadan çıkıp sokağın havasına karışınca unutulur, değişik bir macera filmi seyretmiş olmanın verdiği duyguyla, bazen de ömür boyu sürer. Dünyanın hangi köşesi olursa olsun zalimliklerin son bulması isteği silinmemek üzere kazınır bilinçlere.
Bizim ülkemizin filmi çekilmemiştir henüz. Bu topraklarda yaşanan vahşet tüm çıplaklığıyla duyurulamamıştır dünyaya. Duyurmak için çaba sarf edenler binbir türlü yöntemle engellenmeye çalışılmaktadır hâlâ. Latin Amerika diktatörlüklerinde yaşananları filmlerden görenler Lice’de, Kulp’ta, Dersim’de yaşananlardan habersizdir. Oysa ki vahşetin aslı bu topraklarda yaşanmıştır. Ceset doludur bu toprakların altı. Üç, beş, on, yüz değil tam yirmi bin faili meçhul cinayet işlenmiştir bu ülkede son yirmi yılda. Bırakın dünyaya duyurmayı yanı başında yaşayanlar habersizdir bu katliamdan. Picasso’nun ünlü tablosu Guernica’yı herkes bilmektedir. 26 Nisan 1937’de 28 Nazi savaş uçağı bombalarla yerle bir etmiştir İspanya’da Guernica kasabasını. Ve bu bombardıman sonucunda değişik kaynaklara göre 250 ile 1600 arasında İspanyol ölmüştür. Picasso bu katliamı eşsiz resmiyle tüm dünyaya duyurmuştur. Fırat’ın öte yakasındaki yirmi bin faili meçhulü ise dünya duymamıştır hâlâ, duyurmamışızdır yeterince Guaernica’daki katliamın yirmi misli büyüğünü. Bu topraklarda yaşananlar tuvallere yansımamıştır, beyaz perdeye taşınamamıştır henüz… Henüz taşınamaması taşınamayacağı anlamına gelmemektedir elbette. Bunun kavgası sürmektedir bu toprakların özgürlük ve eşitlik isteyen tüm güçleriyle. Ve sürecektir bu kavga yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…
Susurluk tartışmaları sırasında duymuştuk ilk kez ismini. Bir dizi faili meçhul cinayette tetik çektiği iddia edilmekle birlikte esas olarak Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal’ın öldürülmesine karışmakla suçlanıyordu diğer özel timci polisler ve Abdullah Çatlı ile birlikte. Çıktığı televizyon ekranında ‘Amirim çık konuş dedi çıktım konuşuyorum’ diyordu önce ardından Topal cinayeti ile ilgili olarak ‘Devlet için 94 kişiyi öldürdüm kimse bir şey demedi, kendimiz için bir iş yaptık herkes tepemize bindi’ diye devam ediyordu.
Ayhan Çarkın’dı o zaman televizyon ekranında gerine gerine devlet için işlediği cinayetleri anlatan. ‘Bakın’ diyordu ’94 kişinin içersinde, devlet için hayırlı bir tek adam var mı?’ Öyle ya madem devlet için ‘hayırlı’ olmayan adamlardı ortadan kaldırılanlar bu feryat figan neyin nesiydi. Tüm dünyada böyle yürümüyor muydu bu işler. Kim işine gelmezdi devletin, kim çomak sokmaya çalışırdı dönen tekere infazı gerçekleşirdi olup biterdi. Bunun için özel savaşın özel elemanı sorguya mı çekilirdi? İşleyişin böyle olduğunu Susurluk için kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’na ifade veren Astsubay Hüseyin Oğuz da son derece açık anlatıyordu: ‘İstihbarat timleri akşamdan listeyi verirdi, listedekiler sabah infaz timleri tarafından öldürülürdü’.
FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLERİN EMRİNİ VERENLER...
Aynı Çarkın’ı Gazi katliamındaki elinde uzun namlulu tüfekle ateş açarken fotoğrafında gördük sonraları. Şimdilerde de özel timci Ayhan Çarkın yeniden gündemde. Bu kez faili meçhullerle ilgili verdiği bilgilerden, ‘gömüldükleri yerleri biliyorum’ demesinden, yer göstermelerinden. Susurluk zamanı çıktığı televizyonda ‘Amirim çık konuş dedi, konuşuyorum’ demişti. Şimdi niye konuşuyor, ne kadar konuşacak, yine ‘çık konuş’ diyen mi var?, işin ucu nereye kadar uzatılacak bilinmez, gelişmeleri hep birlikte göreceğiz ama bu vesileyle yirmi bin faili meçhul cinayeti, dönemin koşullarını, tetiği çekenler kadar emri verenleri bir kez daha hatırlamakta fayda var.
YİRMİ BİN KİŞİNİN YAKINLARI KAYIPLARINI ARIYOR
Tam yirmi yıl geçti üzerinden ‘özel savaşın’ tüm kirli yöntemleriyle bu topraklara kabus gibi çöküşünün üzerinden. Yakınları katledilen, kaybedilen yirmi bin kişi yirmi yıldır bir haber peşinde iz sürüyor. Babaları, amcaları, abileri kaçırılanlar o gün kundakta olsa bugün yirmi yaşında bir genç kız, bir delikanlı.
YİRMİ BİN İNSAN NEDEN KATLEDİLDİ?
Peki niçin katledildi yirmi bin insan? Niçin köyler yakıldı? Niçin insanlar yerlerinden yurtlarından sürüldüler? Ayhan Çarkın gibi psikopatların marifeti miydi bütün bu yaşananlar? ‘Fırat’ın kenarında bir koyun kaybolsa haberim olur’ diyen başbakanlar, cumhurbaşkanları habersiz miydi yirmi bin kişiden?
O günlere, 20 sene öncesine dönerek yaşananları hatırlamaya çalışalım. 90’lı yıllar bir yandan Bahar Eylemleriyle işçi sınıfının 80 Cuntasının zincirlerini kırmak için adımlar attığı bir yandan Kürtlerin başta Güneydoğu olmak üzere tüm ülkede özgürlük ve hakları için mücadelelerini yükselttikleri bir dönemdi. Kürt özgürlük hareketi köy köy kasaba kasaba haklı talepleriyle yayılıyor, kitleselleşiyordu. Yaygın ve kitlesel mücadele biçimiyle baş etmek için o güne dek devletin uyguladığı klasik yöntemler yeterli gelmiyordu. Devletin tüm yetkili makamları yeni arayışlar içersindeydi. Uzmanlar, polis şefleri, generaller, bakanlar, başbakanlar yapılması gerekenler üzerine çalışıyorlardı. Bir müddet sonra tüm bu çalışmalar olgunluk derecesine erişince gerekli adımın atılmasına karar verildi.
UZMANLARI ÖZEL HARBİ ANLATIYOR
90’larda yürütülmeye başlanan özel savaşın önemli bir ayağı da psikolojik savaş kısmı idi. Yalan haber, çarpıtma, beyinleri esir alma gibi boyutlarının yanı sıra yapılanlardan kamuoyunun bilgilendirilmesi daha doğrusu yürütülen bu insanlık dışı özel harp konusunda kamuoyunun ikna edilmesi boyutu da bulunmaktaydı. Bunun için özel savaşın bu alandaki özel kalemleri ellerinden geleni yapıyordu. Bu konuda bizim başvuru kaynağımız tüm yapılanları anlatan bir savunma kitabı. Gazeteci Mehmet Ali Kışlalı’nın 1996’da yazdığı ve ana başvuru kaynakları generaller olan ‘Güneydoğu, Düşük Yoğunluklu Çatışma’ adlı kitap. Kitabı Harp Akademilerinde okutulan bir başvuru kaynağı.
Daha kitabın önsözünde Kışlalı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde (kontrgerillanın inşa edildiği dönem) bu tür savaşların birçok büyük devlet tarafından da sürdürüldüğünü söyleyerek, hem ana kaynağı işaret ediyor hem de ‘herkes yapıyor biz niye yapmayalım’ diyordu.
‘Devletin gereken etkili mücadele mekanizmasını 1992’lere kadar kuramadığını araştırmalarım sırasında saptadım. Jandarma da, polis de bu mücadele için uzun süre eğitilmeden kaldılar… Demirel başbakan olduğu sırada söylediği gibi, güvenlik güçleri o zamana kadar gündüz faaliyet gösteriyor, gece olunca karargahına çekilip meydanı PKK’ya bırakıyordu. Bu yaklaşımın adı anti-gerilla mücadelesiydi. Daha ziyade PKK’ya karşı savunma esasına dayanıyordu. Sonra strateji yavaş yavaş değişti. Güvenlik güçleri oyunu kuralına göre oynamaya başladılar. Buradan kontrgerilla stratejisine, yani PKK’ya karşı harekete geçildi.
PKK nasıl gündüz saklanıp gece baskın yapmaya çalışıyorsa, bu timler de gerilla savaşına uygun arazide gündüz gizlenip gece kontrgerilla operasyonları sürdürüyordu…!
Birçok batılı ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, klasik savaşlar için eğitilmiş askerler başlangıçta Düşük Yoğunluklu Çatışma türü mücadele için yepyeni bir eğitimden geçmek zorunda kaldıklarında bunu yadırgadılar. Şikayet ediyorlar, bunun bir ‘pis savaş’ olduğunu söylüyorlardı. Çünkü ortada hedef alacakları görünür bir düşman yoktu. Oysa örneğin, ABD 80’li yılların başından itibaren bu konuda 1yepyeni bir doktrin üretmişti. Buna göre, çeşitli ‘özel güç’ler oluşturdular. Special Operations Forces (SOF), GreenBerets, SEAL, Delta Force, The 160thArmyAviationTask Force ile 4 Özel Hafif Piyade Tümeni ve CIA’nın çeşitli paramiliter güçleri ortaya çıktı. Türkiye bunları uzun süre uzaktan seyretti. Sonra yavaş yavaş Genelkurmay işin içine girdi. Ama yukarıda da izah ettiğimiz gibi sorun sadece güvenlik güçlerinin sorunu değildi. Türk Devleti’nin sorunuydu. İşe başlamak için en önemli adım, bu konuda ‘bir devlet politikası’ oluşturulması gereğiydi.’
YARIN: Tüm halka karşı topyekün mücadele
evrensel.net
Evrensel'i Takip Et