Kadınların talepleri politikanın dışına itiliyor
Kadınların bir yandan anneliklerine vurgu yapılıp silahla “doğal olmayan bir görüntü” sergilediklerine yapılan atıf bir yerde, normalleşme emaresi olarak Diyarbakır’da güzellik yarışması yapılması bir yerde duruyor. Peki bu sarkaçta kadınların payına ne düşüyor? Normalleşmeden, barışın gelmesinden kasıt ne? Kadınlar koruculuk ve güzellik yarışması ekseninde “nasıl bir normalleşme” ile karşı karşıya? Bu sorular sadece 12 kadının yer aldığı akil insanların gündemi ve dolayısıyla da barış görüşmeleri yapan tarafların gündemi olacak mı?
Sorularımızı akademisyen Nurseli Yeşim Sünbüloğlu yanıtlıyor.
“Anne köy korucuları”, “ellerinde silahlar, kucaklarında çocuklarla korucu anneler”, “evde anne, dağda korucu” başlıklı haberler yayınlandı geçen hafta ve savaşın kadınlara değen bir yüzünü görmüş olduk. Siz ne gördünüz bu haberlerde?
Barışın konuşulmaya başlamasıyla çatışmalardan farklı şekillerde etkilenmiş gruplar görünürlük kazanmaya başladı. Bilindiği ve bekleneceği üzere çatışma dönemine hâkim olan söylem temelde devlet güçleri-PKK ikiliği üzerine kuruluydu. Oysa durum bundan çok daha karmaşık. Barış sürecini yeni bir toplumsal sözleşme süreci olarak düşünürsek, çatışma döneminde belirlenen konumların da yeniden belirleneceğini ve tanımlanacağını, dolayısıyla barış sürecinin bu pazarlıkların yapıldığı bir dönem olacağını da bekleriz. Henüz üstüne konuşulduğuna rastlamadığım ama süreçten etkilenecek önemli gruplardan biri korucular. Bu noktada kadın korucuların kendilerini ayrıştırarak devletten yaptıkları ve artık yapmayacakları hizmete karşılık olarak hak talep etmeleri önemli bir nokta. Bu talebin dile getirilmesi için anneliğin elverişli bir zemin hazırladığını söylemek mümkün. Diğer birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de de kadınların, kuruluşundan itibaren ulus-devletten taleplerini annelik üzerinden dile getirdiklerini biliyoruz. Elbette bunun nedeni milliyetçiliğin ve devletin kadın ve erkek vatandaşlar arasında yaptığı işbölümünde erkeklere askerliğin, kadınlara ise ulusun evlatlarını yetiştirme rolünün atfedilmesi. Kadın korucularla ilgili haberlerde anneliğe yoğun bir vurgu yapılmasının, kadın korucunun bu bahsettiğim ikiliği bozan bir konumda olması ile de ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Kadınların gerektiğinde savaşmaları milliyetçi söylemde ve pratikte normal karşılanır ancak beklenti barış döneminde kadınların çatışma öncesi konumlarına geri dönmeleridir. Bu haberlerin de bir yönüyle bu beklentiyi anıştırdığını söyleyebiliriz.
YARIŞMAYI YAPAN DA KARŞI ÇIKAN DA AYNI KAFADA
Dünya Medeniyetler Kraliçesi Güzellik yarışmasının “barış sürecine katkı yapması için” Diyarbakır’da gerçekleştirileceği söylendi. Yarışma “barışa güzel katkı” başlıklarıyla haber oldu. Nasıl bir katkıdır bu katkı acaba, ne dersiniz?
Neresinden bakarsanız absürd bir durum var ortada. Elbette barış sürecinin en önemli noktalarından biri uzun yıllardır çatışma ortamının içinde kurulmuş bir hayatın normalleşmesi olacak. Ancak bunun Diyarbakır’da güzellik yarışması düzenlemekle ya da Van’a marina inşa etmekle olacağını düşünmek, eşitlikten tüm ülkeyi tüketim paydasında buluşturmayı anlamak süreci depolitize etmeye çalışmaktan başka bir şey değil. Anaakım medyada “barışa katkıda bulunanlar” arasında kadınlıkları en fazla vurgulananların bu yarışmanın katılımcıları olması tesadüf değil elbette. “Barış sürecinde kadınların rolü”nün de politik alanın dışına çekilmesi anlamına geliyor bu örnek.
Yarışmayı organize edenlerin yaptığı işin manasızlığı bahsettiğiniz fotoğraf karesinde o kadar net görülüyor ki üstüne yorum yapmak bile gereksiz. Bu bir taraftan, askeri aracın bölgede günlük yaşamın “olağan” bir parçası olduğunun bir kez daha gösterilmesi. Diğer taraftan da bu çok can yakıcı sorunun, kadınların araçsallaştırıldığı bir gösteri (ve benzer etkinlikler) ile hallolacağı mesajını veriyor. Normalleşmenin şehirde mayolu kadınların poz vermesine indirgenmesinin altında bir nevi bölgeye “medeniyet götürme” fikri de yatıyor diye düşünüyorum. Bunun ne kadar rahatsız edici olduğunu söylemek bile yersiz.
Bu yarışmanın iptali de muhafazakar cenahın tepkileri nedeniyle oldu. Kutlu Doğum haftasına denk gelen yarışma “dini retorikle” yuhalandı...
Yarışmayı organize edenlerin durduğu noktadan da, buna dini gerekçelerle karşı çıkanların durduğu noktadan da baksanız durum pek değişmeyecek: yarışmanın katılımcısı kadınlar bu çatışmanın üzerlerinden yürütüldüğü bir sembol konumundalar ancak. Çerçeve bu şekilde çizildiğinde farklı bir konumda olmaları mümkün değil zaten.
KADINLAR NASIL BARIŞACAK?
Batıyla doğunun barışması… Bu cümle bir küslük olduğunun da itirafı. Batıyla doğunun kadınları bütün bu çatışmalı süreci nasıl deneyimledi? Nasıl küstüler nasıl barışacaklar?
Konuya yalnızca annelik rolü üzerinden bakmak bile deneyimlerin çeşitliliğine dair fikir verebilir: asker anneliği, gerilla anneliği, şehit anneliği, Barış Anneleri, Cumartesi Anneleri. Elbette bu kavramların kapsamadığı daha birçok yaşantı var. Kürt kadınların yaşadıklarına dair görece biraz daha fazla bilgi sahibiyiz. Oysa Türk kadınların savaştan nasıl etkilendikleri konusunda asker anneliği deneyimi hariç pek bir şey bilmiyoruz. Bu konuda Senem Kaptan’ın Erkek Millet Asker Millet kitabı içindeki makalesi oldukça ilginç noktaları ortaya koyuyor. Lafı bir kez daha aynı konuya getireceğim ama çok kritik bir nokta bu: Anaakım medyada “asker annesi” kategorisi dışında bir görünürlük olmaması, kadınların deneyimlerinin genel olarak politik alanın dışında görülmesinin bir sonucu. Zaten asker anneliğinin politik söylemin bir parçası olması da politik bir eylem olan erkeklerin savaşması dolayımıyla gerçekleşiyor. Oysa kadınların deneyimleri çok çeşitli. Kadınların savaştan başta cinsel şiddet nedeniyle çok daha ağır etkilendiklerini ya da zorunlu göçün hayatları üzerinde kimi durumlarda erkeklerinkinden daha ağır tahribatları olduğunu biliyoruz. Barış sürecinin bence en netameli aşaması bu deneyimlerle yüzleşilmeye başlanacağı dönem olacaktır. Ancak bu yüzleşme gerçekleştirilmeden de barışıldığından bahsetmek gerçekçi olmayacaktır.
Bütün bu yaşananlar “barışmayı” da zorlaştırıyor. Acaba kolay atacak mıyız önyargıları üstümüzden? Ya da nasıl atacağız?
Çatışma döneminin insanların hayatlarını hangi şekillerde etkilediğini gösteren örneklerle yüzleşmekten başka çare göremiyorum. Bu uzun çatışma döneminin ve öncesinde bölgede yaşananların yarattığı tahribatı tüm yönleriyle, kadınları ve erkekleri kimi durumlarda farklı etkilediğini kabul ederek ve bunun üstüne konuşarak, en önemlisi de kadınların özne konumlarını peşinen kabul ederek bunun üstesinden gelmek mümkün olacaktır.
KORUCU kadınlar sosyal güvence istediklerini, yıllardır devletin her istediğini yaptıklarını ama hiç görülmediklerini söylüyorlar. Bu süreci desteklediklerini de ifade ediyorlar. Ne yaşadı bu kadınlar, devlet onları nasıl konumlandırdı? Yine “kahraman Türk kadını” imgesi mi yaratıldı onlarla?
Gazetelerde çıkan haberler üzerinden devletin korucu kadınları nasıl konumlandırdığına dair çıkarım yapmak çok doğru olmaz. Bu konuda yapılmış bir araştırma da okumadım ne yazık ki. Koruculuk kurumunun, çatışma döneminde devletten yana olanla olmayan arasına sınır koyma işlevi olduğunu biliyoruz. Kadınların bu bağlamdaki deneyimleri kesinlikle araştırılması gereken bir konu.
AKİL İNSANLARDA KADINLAR NASIL YER ALDI?
Kadınlar bir yandan örgütlenerek “süreçte kadın sözü şart” diyor ve eşit temsil, eşit katılım sağlanmasının barış sürecinin olmazsa olmazı olduğunu ifade ediyorlar. “Akil insanlar” listesi açıklandı. Sonuç: 12 kadın! Bir yanda bu talep, diğer yanda “güzellik yarışması”. Bu yaşananlar sürecin kadınlar açısından nasıl yürüyeceğini gösteriyor?
Akil insanlar listesinin genel olarak kamuoyundaki beklentiyi pek karşılamadığını söylemek mümkün. Bu hayalkırıklığını yaratan en önemli faktör komisyona hükümet tarafından ve çözüm sürecinin demokrasi çerçevesinde yürümesi gerektiğini savunan kesimler tarafından farklı işlevler atfedilmesi. Komisyonda yer alan kadın sayısının çok düşük olmasını da bu çerçevede değerlendiriyorum ben. Nasıl bir barış istiyoruz sorusu en kritik noktayı oluşturuyor ve şu andaki durum iktidarın bu soruya yanıtının demokratik kesimlerinkiyle aynı olmadığını gösteriyor. Her ne kadar komisyonu akil insanlar olarak adlandırma yönünde bir çaba olduğu görülse de, ki bu hassasiyeti kadınların Kürt siyaseti içindeki etkin rollerinden kaynaklanan bir kazanım olarak görmek gerek, “akil adamlar” mantığının ağır bastığını ve yaklaşımın “Komisyonda kadınlar DA olsun” şeklinde olduğunu görüyoruz. Kadınların komisyon içindeki toplam sayısı da, heyet başkanı ve sekreteri olarak temsilleri de çok düşük. Kadınlar nezaketen davet edilmişler gibi bir hava var. Oysa kadınlar bu sürecin özneleri olarak zaten işin içindeler. Bu açıdan Selahattin Demirtaş’ın komisyona akil kadınlar denmesi önerisi ve komisyona bazı erkeklerin de alınabileceğini belirten yaklaşımı önemli bir çıkıştı. İlerleyen süreçte kadınların sürecin öznesi olduklarını iktidara daha sık hatırlatacaklarını düşünüyorum.
KİMDİR?
Nurseli Yeşim Sünbüloğlu Sussex Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora çalışmasını sürdürüyor. Militarizm, milliyetçilik, toplumsal cinsiyet eksenli çalışmalar yürütüyor. İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan “Erkek Millet Asker Millet” başlıklı kitabı derledi. Çalışmaları Toplum ve Bilim, Birikim ve Varlık dergilerinde ve Medya, Milliyetçilik, Şiddet (2009, Su Yayınları), Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri (2012, İletişim Yayınları) ve Rethinking Transnational Men: Beyond, Between and Within Nations (2013, Routledge) başlıklı derlemelerde yayımlandı.
Evrensel'i Takip Et