92 yıllık yaşam belgeseli
Akbal’ın öyküleri, romanları, günlükleriyle oluşturduğu bu yaşam belgeseli, yalnız kendi yaşadıklarının değil, bizim de yaşadıklarımızın tam bir belgeselidir. Dünden bugüne, düşten gerçeğe yaşadıklarımızın bir aynası.
Adnan ÖZYALÇINER
Oktay Akbal, yazmaya ilkokul sıralarında başlayıp yazdığı öykülerinde yayınlandığına göre yaklaşık seksen yıldır kalemi elinden bırakmamıştı.Genellikle İstanbul odaklı gündelik yaşamımız, toplumsal geçmişimiz onun öykü, roman, deneme, fıkra ile günlüklerinde yer almıştır.Oktay Akbal toplumla insan ilişkisini öyküleriyle romanlarında derinlemesine işlemiştir.Bir söyleşisinde konuya o kadar önem vermediğini söyledikten sonra, toplumun bir kesitini, toplumdan bir atmosferi, sokakları, insanları anlatmaya çalıştığını ekler. Bunu yaparken anılarından, hayallerinden, duygularından, gözlemlerinden yararlanır. “Sait Faik’le Sabahattin Ali’nin öykü anlayışına yatkınlığını” söyleyen Akbal, toplumcu görüşünü 5 Şubat 1968 tarihli güncesinde “Toplumcu Bireycilik” başlığıyla şöyle dile getiriyor:
“Toplumcu görüşü benimsediğim, savunduğum doğru. Ama bir yazar toplumcu oldu diye birey sorunlarını işlemeyecek mi?Toplumculuk bireyi yok etmek, önemsememek mi ? Toplum bireylerden kurulur. Bireyin bilinmediği, tanınmadığı, incelenmediği bir sanat toplumcu olamaz. Kimi, toplum sorunlarının en göze çarpanlarını işler öyküsünde, romanında. Kimi de birey sorunlarını ele alır. Anılardan ,sevilerden, çocukluktan, gençlikten, bunalımdan, dünya sıkıntısından , yalnızlıktan söz açtı diye bir yazar toplumculuğun dışına niye düşecekmiş!
Öykücü olarak bireyin sorunları ilgilendirir beni (...) Öykülerim bireyi işler. Ama hangi bireyi? Soyut evrendeki birey değildir o. Bu toplumun, bu yeryüzünün, çevremizin bireyidir. Bir bakıma toplumcu bir bireyciliktir benim yaptığım, yapmak istediğim. Belki biraz garip kaçan bir söz. Ama benim gerçeğim bu. Bakıyorum da nice toplumcu geçinenlerin gereğinden çok ‘bireyci’ kesildiklerini, hatta bireycilikten bencilliğe doğru kaydıklarını görüyorum .Onların bireyci toplumculuğu karşısında benim toplumcu bireyciliğim çok daha tutarlıdır sanırım”
EDEBİYAT AKBAL’IN YAŞAMI OLMUŞTU
Bütün yaşamını edebiyat doldurmuştur onun. 9 Şubat 1968 tarihli “İki Kitap Daha” başlıklı güncesinde bunu şu sözleriyle belirtmiş:
“Bir yazar çeyrek yüzyıl edebiyatı düşünmüş, edebiyatı yaşamış. ‘Konumuz Edebiyat’. Bir bakıma yaşamımız edebiyat, anlamımız edebiyat da denebilirdi.”
Bu yüzden romanlarıyla öykülerinde yalnızca yaşananı aktarmaz, kendisi de yaşananla iç içedir.Aynı güncede bu konuya şöyle bir açıklama getiriyor:
“Kendimi çok koyduğum için midir nedir, bir canlı, yaşayan birer varlık gibi gelir bana yazılarım. Romanlar, öyküler yazara çok daha yakındır, ama denemeler, fıkralar,makaleler öyle olmamalı değil mi? Ben öykülerimi, denemelerimi hatta romanlarımı hep ‘kendi üzerimde denercesine’ yazdığım için olacak kopmaz ilişkiler, bağlar var onlarla aramda.”
Bunun sonucu olmalı, edebiyat onun için yaşam, yaşam da edebiyat olmuştur. Öyle ki toplumsal sorunların çözümünde bile edebiyatın payını, yapıcı etkisini göz ardı etmemek gerekir. 19 Mart 1968 tarihli “Suçumuz Edebiyatı Sevmek” başlıklı güncesinde şöyle demiş: “Emperyalizm, yolsuzluk, toprak sorunu, bilmem ne, hepsi, hepsi edebiyatın dışında mı? Edebiyat güz yapraklarına bakıp düşlere dalmak mıdır yalnız? Üstelik güzel bir şiirin, bir öykünün, bir romanın, kişiyi olumlu düşlere daldırması, yeni olanaklara , taze duygulara, izlenimlere götürmesi de büsbütün yararsız bir şey midir? Sanmam. Sanatta, edebiyatta geri kalmış, edebiyatla ilgilenmenin suç sayıldığı bir ülkede hiç bir sorun hiç bir dert ortadan kalkamaz.(...) Edebiyatsız , sanatsız bir toplumculuk bugüne dek görülmedi. Yalnız gazete yazıları, meydan nutukları yetmez bir ulusun gelecekteki mutluluğunu yaratmaya, bir toplumu bilinçli kılmaya...”
‘DÜŞLERİMDE YAZAMADIĞIM O ÖYKÜLER VAR’
Seksen yıldır durup dinlenmeden, buna bıkıp usanmadan da denilebilir, hiçbir olguyu, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan yazarak doksan iki yıllık bir yaşamın belgeselini oluşturmuştur. Gene de günü gününe yazamamaktan yakınmıştır. 2 Şubat 1968 tarihli “Bir Dostla Yürürken” başlıklı güncesinde bu konuda şöyle demiş:
“Ne iyidir yaşantıları günü gününe yazmak, yazabilmek. Yazmak yürekliliğini bulmak kendinde! Hele bir de yayınlamak yürekliliği de olursa, korkunç şey. Ben gerçek güncemi yayınlamıyorum ki! Kimse, hiç kimse gerçek güncesini yayınlayamaz. Hatta yazamaz. Her duygu, her düşünce elle tututulur biçimler kazanamaz kafamızda. Duyulur duyulmaz bir şeydir o. Çoğu kez kendi içimizden geçenlerden kendimiz bile ürkeriz. O yıllarda da yaşantılarımın ancak dış kabuğunu belirtmişim defterlerimde. Şimdi de öyle ya!..”
Günü gününe yazamamaktan, düşünceleriyle duygularını tam olarak aktaramamaktan yakındığı gibi yazamadığı, düşlerde kalmış öyküleri konusunda da hayıflanmıştır. 2 Nisan 1968 tarihli “O Öyküler” başlıklı güncesinde şunları yazmış:
“Düşler ikinci yaşamdır der Nerval. Her gece yazılmamış bir öyküyü yaşıyorum düş biçiminde. Yazayım şunu demeye kalmadan o düş kayıp gidiyor elimden. Ertesi gece bir yenisi. Neden bu yazılmamış öykülerin saldırısı? Bir yazsam kurtulacağım onlardan. Ben kurtulacağım ama başkalarının başına dert olacak o öyküler. Ara sıra mektuplar gelir, uzaklarda bir genç kız, bir genç kadın, bir delikanlı, bir öğrenci, yazar bazı öykülerimin yaşamlarındaki yerini. Hiç ummadığım sonuçlar açmıştır bazı öyküler. Şaşarım. Bu gün de böyle bir mektup geldi . Bir lise öğrencisi yazıyor. Nereden bulmuşsa bulmuş eski kitaplarımı, yaşamımda yer eden bazı anıları anlattığımı anlamış o öykülerde. Soruyor bazı şeyler. Ne diyeceğim, hiç. Benim değil o öyküler artık. Ortak bir şeyler bulanların artık onlar. Ben de arada bir buluyorum kendimi onlarda. Arada bir ... Çoğu kez ben de yabancısıyım o eski öykülerimin. Şimdi düşlerimdeki öyküler var yalnız. Yazamadığım, yazmak istediğim, belki bir gün yazacağım o öyküler...”
Son iki güncesinde yakındıklarının üstünden çok uzun yıllar geçti. Oktay Akbal duyguların, düşüncelerin en ince ayrıntılarını eksiksiz bir biçimde yaşam gerçeğiyle, toplum gerçeğiyle birleştirerek düşle gerçeği, bireyle toplumu iç içe yoğurarak doksan iki yıllık yaşamının eşsiz bir belgeselini oluşturmuştur.
Oktay Akbal’ın öyküleri, romanları, denemeleri, gazete yazıları, günlükleriyle oluşturduğu bu yaşam belgeseli, yalnız kendi yaşadıklarının değil, bizim de yaşadıklarımızın tam bir belgeselidir. Dünden bugüne, düşten gerçeğe yaşadıklarımızın bir aynası.