Senem Tüzen: Kadın yönetmenler ciddiye alınmak için erkek karakterler üretiyor
Venedik Film Festivali’nde, bir anne-kızın, tehlikeli boyuta varan aşırı korumacı ve bunu reddedici ilişkisini irdeleyen ilk uzun metraj filmi “Ana Yurdu” ile dünya prömiyerini yapan Senem Tüzen, “Kadın yönetmenler, ciddiye alınmak için istemeden erkek karakterler üretiyor. Neden erkek karakterler hep aklımıza geliyor diye sinirlenip, kadın karakter yapmaya karar verdim” diye konuştu.
Bu yıl 72’ncisi düzenlenen festivalin 30. Uluslararası Eleştirmenler Haftası kapsamında Pazartesi günü görücüye çıkan Ana Yurdu (Motherland), genç yönetmenlerin ilk eserlerine verilen “Geleceğin Aslanı” ödülü için yarışıyor.
Senaryosu da Senem Tüzen’e ait olan film, Esra Bezen Bilgin’in canlandırdığı Nesrin’in, çocukluğundan beri peşinden koştuğu yazarlık hayalini taçlandırmak için kitabını bitirmeye, taşradaki rahmetli anneannesinin evine gitmesi ve annesinin de İstanbul’dan davetsiz gelerek, onun peşine düşmesini konu ediniyor.
Sancılı bir boşanma dönemi geçirmiş olan Nesrin’in, gelenekler ve tutuculuk temelli aşırı korumacı anne baskısına maruz kalması, ikili arasında gerilim dolu, neredeyse şizofrenik bir atmosferin yaşanmasına yol açıyor. Kadrosunun neredeyse tamamı kadınlardan oluşan ve “Bir annenin çocuğu üzerindeki tasarrufu nereye kadardır?” sorgulaması da yaptıran filmi, yönetmeni ve oyuncuları anlattı.
‘BAŞLANGIÇ NOKTAM, ANNE SEVGİM VE NEFRETİM OLDU’
35 yaşındaki Senem Tüzen, hikayenin nasıl doğduğunu şöyle anlatıyor: Senaryo yazmaya çalışıyordum. Niğde Altunhisar’daydım. Annem geldi ve ben bir komedi yapmaya karar verdim. Oturaklı erkek bir yazar, annesi geliyor, sonra oğluna bakmaya çalışıyor gibi. Sonra buna sinir oldum. ‘neden erkek karakterler sürekli aklımıza geliyor’ diye. Kadın karakter yapmaya karar verdim. Sonra kadınları, anne-kızları incelemeye başladım. Anne-kız konusunun sandığımdan çok daha kökü derinlere inen, basit gibi görünen, ama aslında hayatla ilgili çok fazla şey anlatan çelişkili bir konu olduğuna karar verdim. Çok uzun süren bir senaryoya dönemi oldu. “Mesela benim için şöyle bir başlangıç noktası oldu: annemi çok seviyorum, ölürüm onun için, ama ondan nefret ediyorum, eğer dürüst olursam kendime. Yeterince derine inersem bunu da yakalayabiliyorum” itirafında bulunan Tüzen, “Ve ondan sonra bakmaya başladım, pek çok kadın annesi için ölür, çok seviyor ve annesiyle problemli. Çok büyük acı çekiyorlar, böyle sıkıntılı bir ilişki. Ve bence bunun Türk kültürüyle alakası yok, dünyada var olan, genel annelik ve kızlık meselesiyle ilgili konu, ama Türkiye’deki biçimi etkiliyor” diye ekliyor.
‘ANNE KARNINDAN HALA ÇIKAMAMIŞ ÇOCUKLAR ÜLKESİYİZ’
Türkiye’de ve Akdeniz’in diğer ülkelerinde görülen, aşırı korumacılıktan doğan bir “büyüyemeyen çocuklar ülkesi” durumu yaşandığına dikkat çeken Tüzen, buna şöyle açıklık getiriyor: Çocuk evlenene kadar ona bir birey saygısı alanı tanınmıyor. Biraz ondan bahsedildi herhalde. Özellikle kadın olduğunda bu, Türkiye’de işler biraz daha değişiyor. Kız evladın korunması meselesinden. Yani büyüyemeyen çocukların ülkesi. Ben, ‘annelerinin karnından hala çıkamamış çocukların ülkesi’ diyorum. Bir kadın anne olana kadar aslında yarım bir kadın. Sadece bizim kültürde de değil bu. Kutsal aile kavramı nedeniyle o bir değer sahibi oluyor. Anneanne olduğunda bu sefer tam bir erke dönüşüyor. Ne yazık ki genç, bekar bir kadın, bir otorite olarak kabul edilmiyor.
‘ANNE KOMPLEKSİ’
Bu fikirlerini desteklemek için araştırma yaptığında, karşısına analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’un “anne kompleksi” betimlemesi çıktığını anlatan Tüzen, “Bunun temelinde rekabet var, ‘ben seni doğurdum, ben öncülüm’ diyor. Ve ‘sen bana bağlı kaldığın sürece ben birincilim, ilk benim’ diyor. Diğeri de diyor ki ‘sen ölmelisin ki ben var olayım’ Aslında bu hayatın öz dinamiği. Nasıl ki bir şey ölmeden başka bir şey doğmuyor. Korumacılık da rekabetten geliyor zaten” diye sözlerini sürdürdü.
Filminde de yansıttığı bu unsurlardan dolayı, anne-kız ilişkisinin “tehlikeli” bir ilişkiye dönüşebileceğini ifade eden Tüzen, “Bir kadının belli bir yaştan sonra annesine benzemesi, o kadını aynı zamanda ölecek olmasıyla da, toprağa dönmekle de ilgilidir” diyerek şöyle devam ediyor: “O yüzden ben bunu filmde çok istedim. Yani Nesrin (Esra Bezen Bilgin) kabul edebilse içindeki Halise’yi (annesi), bir dengeye girecek. Önce benzediğini kabul etmek zorunda. Benzemeyi reddettiği sürece kendi varoluşunu ortaya koyamayacağı için o sonsuza kadar eksik kalacak. Her insan böyle.”
‘KADIN FİLMİ DİYE BİR ŞEY YOK’
Kadın yönetmenlerin toplum üzerindeki imajını da irdeleyen Tüzen, “Bir erkek, bir baba-oğul üzerinden çekildiği zaman, devam yani köken filmi oluyor aynı film, ama anne-kız üzerinden çekilince kadın filmi oluyor. Kadın filmi diye bir şey yok” diyor. Bu duruma eleştirel yaklaşan Tüzen, “Yani karakterin erkek olmadığı sürece kadın filmi çekmiş oluyorsun. Şimdi seni böyle köşeye de sıkıştırıyorlar. Bu nedenle birçok kadın, ciddi bir üretim yapıyormuş gibi görünmek için -kendileri elbette bunun farkında değiller- istemeden hep erkek karakterler üretiyorlar, çünkü ciddiye alınabilmek için” iddiasında bulunuyor.
‘ANNELER, KIZLARININ CESARETİ KIRMAYA ÇALIŞIYOR’
Ana Yurdu’nda anne Halise’yi canlandıran Nihal B. Koldaş ise, anne ve kızları arasındaki çatışmalı ilişkinin varlığını şöyle niteliyor: Anneler kendi yaşayamadıkları şeyleri kızları yaşamaya kalkınca, o cesareti gösterince, tuhaf, açıklanamaz bir kıskançlık mı diyeyim, korumacılık mı diyeyim, kendi kıramadıkları kabuğu, kızları kırdığında erkeklerden daha önce onlar set çekiyorlar. Bu filmdeki karakterlerde de var bu. (DHA)