Tufanda kulluk ve vicdani ret
Mehmet TARHAN
Artık haberlerin yalan çıkmasında arıyoruz mutluluğu. Salih ölmemiş, hayattaymış. Salih’in hayatta olmasına tutunuyoruz Şerdıl ve Şiyar’ın ölümünden kaçmak için. Adlarını, yüzlerini unutmamak için uzun uzun baktığımız ama bir sonraki ölüm haberiyle üstü örtülen gençler, çocuklar. Koca ülke bir tufanın içinde ama Titanik misali batıda orkestra çalmaya devam ediyor. Gerektiğinde filikalara önce kendilerinin bineceğinden eminler belki de. O filikaların tufanda ne yapacağı da muamma ama kime ne?
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg’de mahkemeler kurulduğunda çoğu Nazi yönetici paçayı kurtarıp yeni nizamda yerlerini alırken bir sürü alt kademe subay ya da asker yargılanıyordu. Yeni Alman Anayasası vicdani ret hakkını tanıyor ve Nürnberg’de yargılananların “emir kuluydum” savunması ellerinden alınıyordu. Bu mahkemelerin gerçekten adaletle ilgilendiği konusunda, haydi en iyi niyetliler bile diyelim, kimse ikna olmuş değildi ama vicdani reddin araçsallaştırılma pahasına bile olsa anayasal düzeyde düzenlenmiş olması önemliydi. Bizler için de hayati; çünkü Şerdıl ve Şiyar’ı vuranlar, olmaz ya kazayla bir soruşturmaya tabi tutulurlarsa söyleyecekleri şey “emirleri uyguladım.”
Kaymakamından valisine, istihbaratçısından Esedullah şapkalı özel harekatçısına, polisinden askerine, hatta doktorundan öğretmenine… Sorumsuzluk, yasal olarak sorumsuzluk her tarafımızda. Kimsenin kendi iradesi yok hesapta, herkes üstleri emir verdiği için yapıyor her şeyi. Şehirleri yakıp yıkıyor, çoluk çocuk demeden katlediyor ama akşam eve gelince hepsi çocuğuna sarılabiliyor. Nihat’ın zafer işareti yapan iki parmağına tahammül edemeyip alnının ortasından vuran polislerin de muhtemelen Nihat yaşında çocukları var; bu sorumsuzluk hissi/bilgisi olmasa nasıl sarılabilirler onlara bir daha? Ancak en tepelerindeki Hitler misali büyük bir hezimete uğrarsa bir şeylerden sorumlu tutulabileceklerini biliyorlar; o da sadece bir risk, her zaman filikalar var: Biliyorlar abilerine ablalarına bir şey olmadı. Akşener de Ağar da Çiller de Küçük de hayatını yaşıyor dışarıda. Hatta pek muteberler de.
Geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesinde bir askerin köy yakma anıları yayımlandı. Tek tek anlatıyor kaç köyün yakıldığını, nasıl yakıldığını. Bir itirafçı edasıyla, af bekliyor. Ama adını vermiyor ve ısrarla kendisinin olaylara hiç dahil olmadığını söylüyor. Utançtan kaçıyor, sanki kendisi o köyleri yakanlar arasında değilmiş gibi kurban kabul edilmek istiyor ve sadece arkadaşlarını, evet arkadaşlarını gammazladığı için af bekliyor. Hiçbir sorumluluk istemiyor. Yarın bir gün bu devran değiştiğinde böyle itirafçılarla çok karşılaşacağız; vallahi de billahi de tetiği kendisi çekmemiş olan. Hatta bazı dünya örneklerinden biliyoruz ki herkes tetiği başkasının çektiğini söyleyerek yaralarımızın kabuklarını kaldıra kaldıra kendilerini temize çıkarmaya; sorumluluktan kurtulmaya çalışacak. O kadar yorulacağız ki yaralarımızın tekrar tekrar kanatılmasından ve o kadar çok isteyeceğiz ki geleceğe mutlu bakabilmeyi, düşmeyeceğiz peşlerine. Bunu istiyor, buna güveniyor olacaklar. Hatta kimileri peşlerine düşmek isteyenleri intikamcılıkla suçlayacak. Ya da Berfo Ana’ya yaptıkları gibi neredeyse patolojik bir saplantıyla gerçeği değil sadece kemikleri arayan yarımeczup ihtiyarlar gibi acımızı haykırmamıza izin verilecek; sırf buna izin verdikleri için tatmin olmamızı bekleyerek. Eğer devran değişirken bizler de değişmemiş olursak böyle olacak.
FİLİKALARA ÖNCE KOÇLARI, DOĞANLARI YERLEŞTİRECEKLER
Asimile bir Kürt olarak Kürdistan’a suyun bu tarafından baktığımın farkındayım; suyun bu yanında kimse bana Kürt muamelesi yapmasaydı nasıl bir hayatım olurdu bilmiyorum. Belki filikalara güveniyor olurdum ben de. Ama sağ olsunlar; o filikalarda bir yerim olmadığını biliyorum. Kürtlerin ve tüm ayrımcılığa uğrayan kesimlerin eşitliğini talep ettiğimizde en azılı tepkileri gösterenlerin de yeri yok o filikalarda; onlar sadece bunun farkında değiller. O filikalarda yeri olanların Soma’da, Ermenek’te, inşaatlarda Allah’ın her günü birer birer ölmesine de; asgari ücretle geçinmeye çalışmasına da; o işi bulabilmek için parti yöneticilerinin kapıkullarına dönüşmelerine de izin verilmez çünkü. Grevleri ulusal güvenlik sorunu olarak tanımlayıp yasaklayan hükümet güya kavgalı olduğu Koçları, Boynerleri, Doğanları yerleştirecek önce o filikaya.
Gelgelelim vicdani redde. Vicdani ret tam da bu kişisel sorumluluk işte. Köyü yakmaya giden grubun içinde olmayacaksın, içindeysen yakmayacaksın, yetmez yakmalarını engelleyecek her yolu deneyeceksin. Yapmayacaksın, yakmayacaksın, yıkmayacaksın, öldürmeyeceksin, başını öte tarafa çevirmeyeceksin kardeşim. Şimdiye kadar yaptıkların için özür dileyeceksin ama af beklemeyeceksin, utancını hakkıyla taşıyacaksın, mağdurların seni yargılamasına izin vereceksin. Görmezden gelmeye son verip şahitlik edeceksin, engelleyememiş olmanın ağırlığı altında ezilerek. Yoksa dünyanın bütün denizleri yetmeyecek elindeki kanı yıkamaya, dünyanın bütün elleri yetmeyecek üzerine bastığın cenazeleri yerden kaldırmaya. Bir arınma beklentisiyle kendini ortalara da atmayacaksın, başın önünde gezeceksin; şimdiye kadarki günahlarının bedelini ödeyenlerin izin verdiği kadarıyla.
Haydi bunların hiçbirini yapmadın şimdiye kadar; Kürdistan’da şehirler yakılırken en azından askere gitmeyeceksin. Askerdeysen o tüfeği, ulaşabildiğin tankı, topu, arabayı ne varsa paramparça edip ayrılacaksın oradan. Korkma; TC yasaları değil ama hukuk da vicdan da insanlık da senin yanında olacak. Açlıkla terbiye edilmeye çalışılacaksın belki ama sadece bir zincire bağlı köpekler açlıktan ölür, bileceksin ve her zaman paylaşacak bir somun bulacaksın.
Filikalar mı? Boş ver filikaları, tufan o gemide olanlar için sadece; o yağmur senin kıyıların için bereket!