Karamsarlığa inat döğüşenler de var bu havalarda
Ahmed Arif’in “Döğüşenler de var bu havalarda” dizelerinden yola çıkan belgeseli Kutay Yeşilöz, Erdem Ceydilek ve Mali Çetinkaya'dan dinleyelim
Adem ERKOÇAK
Olaylar bir gün Agos Gazetesi’nde yayınlanan “Rıfat derlerdi ama ben Rafael’dim” söyleşisi ile başlar. Rafael Demircan, “Bir Ermeni olarak fazla göze battığı için” Avustralya’ya göç etmek zorunda kalan bir Ankaralı. Söyleşideki bu trajik hikâyenin yanında, Demircan’ın eskiden Gençlerbirliği’nde yöneticilik yapmış olması da, Alkaralar taraftar grubundan birkaç kişiyi harekete geçirir. Mehmet Ali Çetinkaya, namı diğer Mali, Agos’tan “Raffi Abi”nin e-posta adresini alır ve onu Ankara’ya davet eder.
Mali o günleri “Kısa bir süre içinde ‘Ankara’nın Bebesi’ Raffi Abi’yle birçok arkadaş yazışmaya başladı. Sıcaklığı, içtenliği ve samimiyetiyle anlattıkları hepimizi etkilemeye yetti. Uzun yılların ardından Avustralya’dan Ankara’ya geldi ve bu sefer de yüz yüze ‘o günleri’ uzun uzun anlattı. Kimi zaman ‘vay be!’ler çektik kimi zaman kahkahalarla güldük,” diye anlatıyor. Belgesele gidecek yol da böylece açılmış olur.
Olayların devamında ortaya çıkansa, şimdiden bakınca gerçek dışı gibi duran bir dünyayı anlatan ve Ahmed Arif’in “Döğüşenler de var bu havalarda” dizelerinden çıkıp, ete kemiğe bürünen unutulmaz kahramanları gördüğümüz belgesel olur. Şimdi bu filmi yaratıcıları Kutay Yeşilöz, Erdem Ceydilek ve Mali Çetinkaya’dan dinleyelim öyleyse:
Belgesel fikri nerede, nasıl, kimden çıktı? Ne zaman “vira bismillah” dendi?
Mali: Yukarıdakilere ek olarak, başından beri işin mutfağında olan Tanıl Abi’nin de yüreklendirmesiyle birlikte, Rafael Demircan ve “Büyük Başkan” Hasan Şengel’i kayda almaya karar verdik. Ve proje de böylece start aldı.
Kutay: Benim tabii röportajdan filan haberim yok o sıralarda. Erdem’le aynı evde yaşıyoruz. Öyle haberim oldu Raffi Abi’den. Raffi Abi Ankara’ya geldiğinde bir tanışma yemeği düzenlendi, ona katıldık. Yemek sonunda bizi kaldığı otele, sohbet etmeye çağırdı. Tanıl Abi, yanımızda kamera götürmemizi tavsiye etti. İyi ki de etmiş. Raffi Abi konuştu, biz kaydettik. İçimizdeki ilk kıpırdanma da o sırada oldu işte. Tanıl Abi’nin Ankara Rüzgârı kitabı da pusulamız oldu.
Gençlerli olmak başlı başına bir Don Kişot’luk. Şampiyonluğa oynamaz, her maçı kazanmaz ya da kazanma iddiası yoktur. Ama bu takımı destekleyenler de var. Niye tutulur Gençlerbirliği? Hele ki, kaybedene yer olmayan bu coğrafyada…
Erdem: Futbol birçok bileşeni olan bir oyun. Ve tüm bu bileşenlerin her birinde o kadar çok kendine özgü hikâye potansiyeli var ki! Ama ülke futbolu tek tipçi dayatmasıyla tüm bu potansiyeli yerle bir ediyor. İşte benim için Gençlerbirliği, lisedeki sıkı üniforma kontrolüne rağmen çaktırmadan da olsa pantalonunun altına renkli çorap giyen bir öğrenci gibi. Elbette kusursuz bir ütopya değil, ama sırf varoluşuyla sessiz ve gösterişsiz bir isyan Gençlerbirliği.
Kutay: Aynen katılıyorum. Bütün bu çirkinliklere, linç kültürüne, piyasaya, palavraya karşı; o puan cetvelinin bir köşesinde umut ışığı gibi parlıyor bu takım. Bunu sadece biz değil, vicdanlı her sporsever söylüyor. Gençlerbirliği’nin olmadığı bir lig, gerçekten olduğundan çok daha çirkin olurdu.
Ve neden “düşüş yılları”? Hep yükselişte ya da yukarılarda olan bir takım değil sonuçta mevzubahis. Örneğin, 2003 yılında Avrupa’da çok ses getiren, aynı dönem ligde şampiyonluğu kovalayan yegâne parlak yılın öyküsü değil de “düşüş yılları”?
Erdem: Hayata, futbola emek perspektifinden bakanlar olarak sayımız çok fazla değil. Zaten “büyüklük” hikâyelerini anlatan sayısız insan var. Bırakalım onlar yapsın o işleri. Biz yüzümüzü önce emekçilere çevirelim. Muhtemelen sen de Evrensel’de yazdığın hikâyelerde benzer bir saikle hareket ediyorsun. Öyle bir gün gelir ki, anlatılmamış emekçi hikâyesi kalmaz olur dünyada; işte o zaman “hadi bir tane de ‘kazanan’ hikâyesi çekelim” deriz. Hem belki o zaman sponsor da buluruz, kulüpten destek de.
Mali: Aslında bir önceki soruda saklı cevap. Bu coğrafyada herkes kazananı tutuyor. Başarılı olduğunuz günlerde herkes arkanızda yer alırken, başarısızken arkanızda sadece soğuk bir rüzgar esiyor. Bu yüzden yere düşmüş bayrağı alıp taşımaya çalışan “Ankara Bebeleri” bizim için çok daha değerli.
Kutay: İşin aslı biz hiçbir zaman kahramanların, tanrıların, büyüklerin yanında olmadık, olamadık. Televizyonda hiç bilmediğimiz iki takımın maçına denk geldiğimizde bile, beş dakika gözlem yapıp güçsüz takımı destekledik. Bu bir tercihse, evet düşerken “döğüşenleri” ve onların hikâyelerini tercih ettik.
Bu özel dönemin en özel insanı kim?
Mali: Kulübün kapısına kilit vurulmaması için Ankara Keçisi misali direnen bir avuç insanı konu ediniyoruz belgeselde. O insanların her biri çok ama çok özel. Çünkü bugün Gençlerbirliği varsa, en başta bu insanlar sayesinde var.
Kutay: Hepsi kıymetli tabii Mali’nin dediği gibi. Ama iki, üç kişi var ki diğerlerinin düşmesini engellemiş, onlara hep bir umut ışığı göstermiş gibi geliyor bana. Bu kişilerin başında “Büyük Başkan” Hasan Şengel geliyor elbette. Konuştuğumuz herkesin belki de uzlaştığı tek nokta bu: Hasan Abi olmasaydı bu kulüp kapanmıştı. Biz de söz verdik. Hasan Amca kendini siper ederek bu kulübün adının silinmesini önledi, biz de onun ismini sonsuza kadar yaşatacağız.
Erdem: Bence Gürbüz (Doğan) Abi. Hasan Amca’nın emekleri, fedakârlığı falan müthiş tabii. Ayrı bir seviye o. Ama Gürbüz Abi, “filmi çekilecek insan” olarak düşüneceksek eğer bambaşka. Futbolu da seviyor, Gençlerbirliği’ni de. Ama işte para yok. Adam “Deplasmana giderken ikinci sulu yemeği yiyemezdik,” diye anlatan, içine bunlar oturmuş biri. Gençlerbirliği’ne imza atarken diyor ki “bakın ben evleneceğim, ona göre.” Bizimkiler de “tamam” diyorlar, “para pulu dert etme.” Ama tabii para filan yok ortalıkta. “Evlenince eve ekmek götürmek gerekiyor” tabii diyor. Futbolu bırakıyor. Gidiyor 9-6 çalışan bir adam oluyor. “Evlenmesem bırakmazdım futbolu” diyor, “parasız pulsuz oynardım.”
DEMEK Kİ, BİZ DE VARMIŞIZ!
Filmi bitirdikten ve galada insanlarla izledikten sonra ne hissettiniz?
Mali: Gösterim biter bitmez Hasan Amca ayağa fırladı. Biz Kutay ve Erdem’le sahneye doğru yürürken bize baktı ve hiç vakit kaybetmeden teşekkür etti. Ardından ağlamaya başladı. Benzer bir şekilde Cemalettin Abi de teşekkür ederken gözyaşlarını tutamadı. Bu güzel insanların samimi ve içten teşekkürlerini işittiğim an güzel bir şeyler yaptığımızı hissettim.
Kutay: Sanırım izleyenlerle aynı şeyleri hissettim. Belki yüz defa izlemişimdir filmi. Ara ara Erdem’e de “izlerken hâlâ burnum sızlıyor” diyordum. Gala günü filmi en arka sırada izledim. Bittikten sonra sahneye doğru yürürken, gözyaşlarını silen insanlar gördüm, bir kere daha sızladı burnum. Ama Asım Abi eline mikrofonu alıp “Biz bir zamanlar birşeyler yapmışız, fakat kimse bilmiyor. Arkadaşlarımız bizim neler yaptığımızı herkese anlattılar, demek ki biz de varmışız” dediğinde bu dünyadaki görevimi tamamlamış gibi hissettim.
Erdem: Görüntüleri onlarca kez izleyince, işin bu kadar içinde olunca, ister istemez anlatılan değerli hikayenin gözünüzde normalleşmesi gibi bir durum ortaya çıkıyor. Zannediyorsunuz ki etkileyiciliği azalıyor. Ama yok tabi öyle bir şey. O kadar güzel bir hikaye ki ve o kadar az biliniyor ki bu hikaye… Film bitip de ışıklar açıldığında salonda duygu yoğunluğu alabildiğine yüksek bir hava vardı. 1927’de Macaristan’da doğmuş, Gençlerbirliği’ne her şeyini vermiş Hasan Şengel’in filmden sonra ağladığı anlar bence bu kulüp tarihinde kolayca unutulmayacak bir köşeye not edilmeli.
Çekimlerin en tatlı ve en acı anları. Beklemediğiniz nelerle karşılaştınız?
Kutay: En acı an, belgesel sürecinde Erdem’in babası Halit Amca’yı kaybetmemiz oldu. Filmde onun da adını ölümsüzleştirmeye çalıştık ve filmi onun güzel anısına ithaf ettik. Belgeselde konuşan herkes (konuşmadıkalarımız da öyledir eminim) öyle iyi kalpli ve temiz insanlar ki… Çok güzel anılarımız oldu. Ama “Denizaltı”nda (Maltepedeki kulüp binasının alt katı) Hasan Amcalar filan, hep beraber yediğimiz böreğin tadı hâlâ damağımda.
BU TARZ ÇALIŞMALARA SPONSOR BULMAK İMKÂNSIZ
Belgeselin taraftarların elbirliğiyle ortaya çıkması baştan düşünülen bir şey miydi, koşullar mı bu noktaya getirdi? Yani bir “Gençlerbirliği” sağlanması mı amaç edildi?
Mali: Ülkede bu tarz çalışmalara sponsor bulmak imkânsız. Hele bir de işin içinde Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş yoksa kimse sizi dinlemeye tenezzül bile etmez. Bu yüzden projeye ilk adımı atarken hepimizin ortak görüşü, “kendi yağımızda kavrulacağız” idi. Öyle de oldu. İşin güzel yanı da bu aslında, belgeseldeki dayanışma ruhu gibi bir dayanışma ve birlik yaşattılar bize.
Erdem: Sponsor da aradık, Kültür Bakanlığı’na da başvurduk. Olmadı. Filmin yapım bütçesi 3 bin lirayı geçmez. Onun da çoğu illustrasyonlara gitti. Sağ olsun, ne yapmaya çalıştığımızı anlatmayı başardığımız herkes ucundan, kıyısından tuttular işin. Cemalettin Abi’yi çektiğimiz gün bize derneğin yanındaki çorbacıda çorba ısmarladı mesela. O çorbayı asla unutmayacağım.
Rafael Demircan: 1948, Ankara-Keçiören doğumlu. “Demircan bizim soyadımız değil, devletin kafasına göre koyduğu soyad,” diyor. Babası Tatyos Bey hasta Gençlerli. O da babadan Gençlerli. Uzun yıllar Ankara-Cebeci’de esnaflık yapmış. Sonra Gençlerbirliği’nde yöneticiliğe başlamış; her anı takımla yaşayan, cepten deplasmanlara götüren, kötü günde destek olan türden. Zor yıllar bitip de takım 1. Lig’e dönünce Rafael Demircan göze batmaya başlar. Sonrasında da Avustralya’ya göç eder. Kendi ağzından öyküsü: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/1378/rifat-derlerdi-ama-ben-rafaeldim
Hasan Şengel: 1927, Macaristan doğumlu. Gençlerbirliği’nin varlığını sürdürmesindeki en önemli isim. Kulübü, en kötü ve kimsenin sahip çıkmadığı yıllarında, varını yoğunu ortaya koyarak ayakta tutmuş isimdir. Gençlerbirliği aşkı öyle büyüktür ki, bir gün eşi battaniyesi ve yastığını eline verir, “Hadi git kulüpte yat, bütün varlığın Gençlerbirliği” der. Kulübe makbuz karşılığı para toplayan da, ödenmemiş senet karşılığı hapis yatan da yine Hasan Şengel’dir. Bugün hâlâ aynı aşkla yaşımını sürdürüyor.
Filmin önümüzdeki gösterimleri:
* 2 Mayıs Pazartesi Saat 17:15’te, Ankara Uluslararası Film Festivali kapsamında Kızılay Büyülüfener Sineması’nda.
* 28 Mayıs’ta İstanbul Hrant Dink Vakfı’nda
* 29 Mayıs’ta İstanbul Anadolu yakasında