Soğukkanlılık mümkün mü?
Seçil Toprak
Bir Thomas Vinterberg filmi izleyecekken iki kez düşünmeli insan. İlk önce “İliklerine kadar buza tutmuş bir dünyaya ve insan ruhuna tanıklık etmeye ne kadar hazırsın?” diye sormalı kendine. Sonrasında derin bir nefes alıp başlamalı izlemeye.
Vinterberg, Danimarka’nın bağrından kopmuş, evrensele açılmış genç sayılabilecek bir yönetmen. Kırk dört yaş, bir yönetmen için; düşünen, üreten bir beyin için yaşlı denebilecek bir eşik değil. Uluslararası ilk başarısı Festen (Şölen, 1998) filmi Vinterberg’in. Tabiî bu başarıda ayrıksılık nüvelerinin iyice ayyuka çıktığı Dogma 95 Manifestosunu yazan iki kişiden biri olması da yatıyor. (Diğeri Lars Von Trier) 13 Mart 1995’te, Kopenhag’da kaleme aldıkları bu manifestonun ardından gelen filmleri elbette ki merakla beklendi Danimarkalı yönetmenlerin. Biz de yazımızı onların geçmişine bir nebze bakarak açalım istedik. O günlerden bugünlere Vinterberg’de değişmeden gelen alamet-i farikalar; buz gibi bir atmosfer, soğukkanlılık ve didik didik edilen insan ruhu... İşte, uzunca bir aradan sonra Thomas Vinterberg izlediğimizi bize bir kez daha hatırlatan Jagten (Onur Savaşı) bu haftanın vizyona giren filmlerinden biri. Haliyle bize de bu film üzerine düşünmek, anlattıklarını sorgulamak düştü.
TACİZ, BİR GİRDABIN İÇİNDE TRAVMALAR
Jagten kısaca, anaokulunda çalışan Lucas’ın oradaki çocuklardan birinin düşüncesizce söylediği “taciz” imlemesi yapan cümlelerinin üzerine yaşadıklarını anlatıyor. Taciz, elbette ki bir çırpıda söylenip üzeri örtülebilecek bir kavram değil. Öncesiyle, sonrasıyla hem tacize uğrayanı hem de faili bir girdabın içine çekebilecek denli travmalara açımlanıyor. Belki ülkecek o kadar çok taciz, tecavüz haberi okuyor, duyuyoruz ki bu kavramı günlük hayatımızın gelir geçer sözcüklerinden biri olarak belledik maalesef. Ancak üzerine düşündüğümüzde ne denli yürekleri yakan ve bazı vak’alarda ispatı bile mümkün olamayan bir gerçeklik var karşımızda. Dolayısıyla taciz konusunu işleyen bir filmi izlerken içine doğduğumuz ülkenin geçirdiği sancılardan uzaklaşmamız olası değil. Biz yine de uzaklaşmaya çalışalım ve soğuk ülkeler diye mimlenen İskandinavya coğrafyasından gelen Jagten’in açılımlarına bir bakalım.
‘KÖTÜSÜN, RUHUN ÇÜRÜMÜŞ’
Jagten’i izlerken ilk önce farkına varabileceğimiz şey, aslında tacizin ana rolde olduğunu sanmamız. Oysaki taciz penceresinden açılan ve küçük bir zümreyi değil, tüm insanlığı ilgilendiren nokta atışlarıyla zihinlere kazınıyor film. Ve yukarıda soğukluğundan bahsettiğimiz Vinterberg, o kadar didikliyor ki insan ruhunu, akla ünlü yönetmen Michael Haneke’nin son dönem filmlerinin öncesi geliyor. İnsan kötülüğünün nedensizliği üzerinden buz gibi öyküler anlatan Haneke’yle, nedenli gibi görünüp tüm nedenler ortadan kalktığında bile kötülüğe devam eden insanı odağına alan Vinterberg’in yolları kesişiyor. Yani iki yönetmen de şunu çarpıyor yüzümüze: kötüsün, ruhun çürümüş. Özellikle toplumsal değer denen “sözde” hassasiyetlerin özde insana neler yapabileceğinin altını çiziyor Vinterberg. Buradaki nedensizlik; belki bir çocuğun bilinçsizce, bir anlık öfkesi veya hafızasına oradan buradan yerleşmiş birkaç kelimeye dayandırılabilir. Çünkü “çocuktan al haberi” mottosu ne kadar gerçekliği yansıtıyorsa çocukların hayal dünyalarının genişliği de aynı gerçekliğe kapı aralar. Dolayısıyla en azından çift taraflı düşünülmesi gereken bir durum, aniden feverana dönüşüp (üstelik çocuk söylediğinin yalan ve aptalca olduğunu defalarca tekrar etmesine rağmen) bir adamın hayatını yaşanmaz hale getiriyorsa bunun ardında toplumsal duyarlılık aramak naif bir yaklaşım olur. Burada aranabilecekler arasında ilk göze çarpan, güvenmek hissinin kaypaklığıdır. Çünkü en yakın arkadaşınız, yıllarca içtiğiniz, yediğiniz ayrı gitmeyen insanlar bile aniden size sırt çevirebilir. Üstelik bunun altında sadece ve sadece kendi inanışları vardır. Yani akla değil, pamuk ipliğine bağlı bir “güven”in ellerindesiniz.
Buraya kadar okuduklarınızı “taciz hafife alınacak bir durum değildir” ön kabulüyle değerlendirmiş olabilirsiniz. Zaten inanın ki filmi izlerken bunu düşündürüyor yönetmen bize. Her ne kadar çocuk defalarca yalan söylediğini söylese de. Ancak işte Vinterberg’in rahatsızlığı buradan ileri geliyor. Sizi tarafsız olamayacağınız bir durumla baş başa bırakıp doğruluğuna inandığınız her şeyi derinden kazımak. O kazıdığı yerden çürümüşlükleri bulup çıkarmak...
Film ülkemizde vizyona Onur Savaşı adıyla giriyor. Ancak orjinal ismindeki “av” kelimesi üzerinde de düşünmek gerek. Avcılığın bir nevi erkeklerin büyüme sertifikası gibi görüldüğü diyarlarda avcının kendi dahil olduğu sosyal ortamın “av”ı olması metaforu filmin açılış ve kapanışında vurgulanıyor. Avcının vurma eylemiyle sürüsünden ayırdığı geyiklerin insan karşılığı da sosyal statüsünden koparılarak uzağa savrulan erkekler. Dolayısıyla baş kahramanın ve arkadaşlarının av merakı buradan manidar görünüyor. Neticede yaşamanı engellemek sadece öldürmekle veya silahla değil, üzerine kalan bir varsayım (ve buradan dallanıp budaklanan iftira) sonucu süründürmekle de sağlanabiliyor.
HER YERE SİNMİŞ SOĞUKLUK
Belki de empati duyabileceğimiz en uzak insanlar İskandinav ülkeleri insanları. Eminim ki filmi izleyecek olanlar (veya izlemiş olanlar) oturdukları koltukları tekmeleyecek, belki üç beş küfür savuracak. Ne de olsa Akdenizliliğin de verdiği sıcağı sıcağına yaşama hali var üzerimizde. Dolayısıyla baş roldeki Mads Mikkelsen’in Cannes’da ödüllendirilen Lucas kompozisyonuyla katharsis hissini yaşayamayacaksınız, emin olun. Filmin renklerinden oyunculuğuna, geçtiği mevsimden mekanlarına kadar her yere ve yer an’a sinmiş soğukluk. Diyeceğimiz o ki buza dokunduğunuzda hissettiğiniz yanmanın sinemadaki karşılıklarından biri Jagten.
Evrensel'i Takip Et