Küresel Güney'de ekonomik kilitlenme: Çalışanlar nasıl etkilenecek?
Yükselen piyasalar” olarak kodlanan ülkelerde yaşanan sert devalüasyonlar, Çin’in ekonomik büyüme temposunun azalması, Avro Bölgesi’nde artan deflasyon riski ve ABD’de bir türlü toparlanamayan ekonomik büyüme 2014’ün ilk ayında göze çarpan gelişmelerdi.
Ümit AKÇAY*
“Yükselen piyasalar” olarak kodlanan ülkelerde yaşanan sert devalüasyonlar, Çin’in ekonomik büyüme temposunun azalması, Avro Bölgesi’nde artan deflasyon riski ve ABD’de bir türlü toparlanamayan ekonomik büyüme 2014’ün ilk ayında göze çarpan gelişmelerdi. Türkiye’de ise devlet krizinin eşlik ettiği seçim sürece ve buna eşlik eden yavaşlayan bir ekonomik büyüme temposuna tanıklık ediyoruz. Son olarak 7 Şubat’ta gelen uluslararası kredi değerlendirme kuruluşu Standart&Poors’un Türkiye’nin kredi notu görünümünü durağandan negatife çevirmesi haberi, önümüzdeki dönemin ekonomik büyüme için çok da parlak olmadığına işaret ediyor.
Bu yazıda, 17 Aralık ile başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ve bunun giderek bir devlet krizine dönüşmesi süreci olmasaydı da, Türkiye’nin küresel ekonomik dalgalanmadan yine de etkileneceğini, devlet krizinin ise, sadece bu etkiyi daha da derinleştiren ve büyüten bir unsur olarak ele alınması gerektiğini ileri süreceğim. Bu çerçeveden hareketle yaşanan tüm bu gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için önerim bir adım geri çekilerek şu temel sorulara yanıt aramak: Yeni bir ekonomik krize mi giriyoruz? “Yükselen piyasalar” krizi 2008 krizi ile bağlantılı mı? Olası krizin mekanizmaları neler olabilir? Ve bu krizden çalışanlar nasıl etkilenecek?
SERMAYE BİRİKİMİ VE KARLILIK
Güncel krizi tetikleyen unsurları ele almak için, kapitalizmin basit işleyiş mekanizmasını hatırlamak gerekiyor. Kapitalist toplumlarda üretimin amacı ihtiyaç gidermek değil, kar etmektir. Firmalar, amaçları kar etmek olan ve bizatihi bunun için kurulmuş işletmelerdir. Her ne kadar devletin sermaye birikimindeki yeri ve işlevi kritik olsa da, prensip olarak ekonomik büyüme ve çoğu zaman buna bağlı olarak gelişen istihdam artışı özel sektör yatırımları sonucunda gerçekleşir. Dolayısıyla, siyasi iktidarlar açısından kritik önemi olan ekonomik büyümenin sağlanması, özel sektör yatırımlarına bağlıdır.
Bu çerçevede firmalar için kar etme olanaklarının daralması ya da kar oranının azalması, yatırımların azalmasına, bu ise ekonomik büyümenin durmasına yani ekonomik krizlere neden olabilir. Karlılığın azalmasının K. Marks’ın işaret ettiği üretimde kullanılan değişmeyen sermaye oranının artması gibi uzun dönemli ve yapısal kökenleri olabileceği gibi, kredi akışının kesilmesi ya da arz şokları gibi kısa dönemli ve konjonktürel nedenleri de olabilir. Kökenleri nerede olursa olsun, kar etme olanaklarının azaldığı durumda sermaye ya kar etme koşullarını yeniden sağlamaya çalışacak ya da kar olanaklarının yüksek olduğu başka pazarlara yönelecektir.
KARLILIK VE KRİZ
İlk olasılıkta, üretim maliyetlerin düşürülmesi kritik önemdedir. Maliyetlerin düşürülmesinde iki husus önemlidir. İlki ücretlerin düşürülmesi ya da işçi çıkarma önemli bir karlılık stratejisi olabilir. İkincisi de, devletten yardım etmesi, yani zararlarının devlet tarafından karşılanmasını talep etmek gündeme gelebilir. Her iki seçenek de daha önceki krizlerde sermaye tarafından uygulanmıştır.
İkinci olasılık ise karlılığın daha yüksek olduğu başka pazarlara yönelmektir. Bu hareketi mümkün kılan ise “küreselleşme” olarak adlandırılan, sermayenin uluslararasılaşması ve finansal bütünleşme sürecidir. Böylelikle sermayeler, büyük engellerle karşılaşmadan, bir pazardan çıkıp bir başka pazarda yatırım yapabilir. Sermayenin bu hareketi, hem geçmiş krizlerde, hem de günümüzdeki krizde kritik rol oynamaktadır.
KÜRESEL KRİZİN YENİ AŞAMASI
David Harvey’in Sermaye Muamması: Kapitalizmin Krizleri kitabında altını ısrarla çizdiği gibi kapitalizmde krizler kalıcı olarak çözülmez, ancak zaman içinde ve mekan üzerinde hareket ettirilir. Harvey’in bu vurgusundan hareketle, günümüzde yaşadığımız ekonomik sıkıntıların 2008 krizi ile doğrudan bağlantılı olduğunu söylemeliyiz. Buna göre 2008’de ABD’de başlayan kriz küresel ekonomiyi derinden sarsmıştı. 2011’e geldiğimizde, ABD’de firma iflaslarıyla sonuçlanan krizin Avro Bölgesi’ne ulaştığında devletlerin iflası aşamasına ulaştığını gördük. Şimdi ise Küresel Güney ülkelerinde yeni bir kriz dalgasıyla karşı karşıyayız.
OLASI KRİZİN MEKANİZMASI
2014’ü 2008’e bağlayan ise, güncel krizi tetikleyen en önemli unsurlardan birinin ABD’de krizden çıkış için uygulanan para politikasının değiştirilmesi olmuştur. Buna göre FED’in ABD ekonomisini canlandırabilmek için 2000’lerin başında itibaren uyguladığı düşük faiz politikası sayesinde bollaşan döviz, karlılık koşullarının daha yüksek olduğu, aralarında Türkiye’nin de olduğu geç kapitalistleşmiş ülkelere doğru hareket etti. Şimdi ise FED’in bu politikasını değiştirmesi sonucunda 2000’ler boyunca geç kapitalistleşmiş ülkelere akın eden sermaye, yeniden ABD’ye dönme eğilimine girdi. Bu hareket sonucunda, sermaye çıkışı olan ülkelerdeki yerel paralar değersizleşti. Peki, bu ekonomik dalgalanma, basitçe doların yükselmesi ve buna karşı alınan faiz kararları ile geçiştirilebilir mi?
KÜRESEL GÜNEY’DE EKONOMİK KİLİTLENME
28 Ocak’ta TCMB’nin faiz oranlarını sert bir şekilde artırması sonrasında, dolar ve avronun yükselişinde kısa süreli bir duraklama yaşandı. Ancak bu duraklamanın sürekli olması çok düşük bir ihtimal. Dahası, faiz artışları ile cevap verilmeye çalışılan yerli paranın değersizleşmesi sürecinin, daha ciddi sorunlara neden olabilecek gelişmeleri tetiklediğini ileri sürebiliriz. Buna göre Küresel Güney ülkeleri bir yandan yavaşlayan ekonomik büyüme temposunun getirdiği işsizlik oranlarının artışı gibi siyasi maliyeti yüksek olan sorunlarla baş etmek zorunda kalacaklar. Buna ek olarak, büyümeyi yeniden canlandıracak faiz oranlarının düşürülmesi gibi kritik bir araç, küresel krizin bir sonucu olarak kullanılamaz hale gelecek. Dolayısıyla Küresel Güney’de ekonomi politikaları tam anlamıyla hareketsiz kalma ve kilitlenme riskini taşıyor. Bu durumda kullanılabilecek bir yol olan kamu harcamalarının artırılmasının ise, ülkelerin risk primini daha da artırmaktan, buna bağlı olarak faizlerin yükselmesine neden olmaktan ve ekonomik büyümenin daha da daralmasına etki etmeden başka bir işe yaramama ihtimali yüksektir.
KRİZİN ADI: STAGFLASYON!
Bu kilitlenmenin nedeni, krizin stagflasyon biçimine dönüşme olasılığının artmasıdır. İktisatta kullanılan stagflasyon terimi, 1970’li yıllardaki krizi açıklamak ve özellikle de ABD ve Birleşik Krallık’ta yaşanan ekonomik durumu nitelemek için, durgunluk (stagnation) ve enflasyon (inflation) kelimelerinin birlikte kullanılmasıyla (stagflation) türetilmiştir. Kavramın orijinalinde, 1970’lerdeki petrol fiyatlarının yükselişi sonucunda oluşan arz şokları stagflasyonun nedeni olarak görülür. Buna göre ekonomik büyümenin yavaşladığı bir konjonktürde petrol fiyatlarının artışı, ekonomideki maliyetleri artırmış bu ise fiyatlara yansımıştır. Sonuçta hem enflasyon artışının hem de işsizliğin aynı anda yaşandığı bir ekonomik kilitlenme yaşanmıştır.
1970’lerde petrol fiyatlarının yükselişi sonucunda oluşan maliyet şokunu ile günümüzde geç kapitalistleşen ülkeler için dövizin değerlenmesiyle gelen maliyet artışlarının (en azından) sonuçları açsından benzer etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Buna ek olarak, sermaye çıkışlarını önlemek için yapılan faiz artışının ekonomik büyüme temposunu daha da yavaşlatacağı yüksek bir olasılık olarak karşımızda duruyor. Sonuçta aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer geç kapitalistleşen ülkeler için önümüzdeki dönemde krizin hem ekonomik büyümenin daralması hem de enflasyonun artması, yani stagflasyon biçiminde yaşanması ihtimali giderek yükseliyor.
OLASI KRİZİN ÇALIŞANLAR İÇİN ANLAMI: ÇİFTE KAPAN TEHLİKESİ
Bu süreçte çalışanlar açısından üç temel tehlike görünüyor. İlki, stagflasyon konjonktürünün derinleşmesini önlemek için devletin döviz borcu olan şirketlerin borçlarını satın alması, yani bu yükün tüm toplum üzerine yansıtılması. Vergi sistemindeki adaletsizlikleri de düşündüğümüzde, özel şirketlerin kurtarılmasının faturasının çalışanlara yüklenme ihtimali beliriyor.
İkinci tehlike, firmaların karlarının azalması ve bunun sonucunda yatırımların azalarak ekonomik büyüme temposunun daralması, firmalar açısından maliyetlerin kısılmasını gündeme getirecektir. Ancak ithalata bağımlı olan üretim yapısına döviz fiyatları artışının getirdiği şoku da eklediğimizde, sermayenin maliyetlerini kısmak için işçi ücretlerini baskılamak isteyeceğini görebiliriz. Bunun sonraki aşaması ise işçi çıkarmalar olacaktır.
Üçüncü tehlike ise enflasyon artışından geliyor. Stagflasyon dışındaki ekonomik daralma dönemlerinde, yine ücret artışları engellenmeye çalışılır hatta reel ücretin düşürülmesi gündeme gelebilir. Ancak böyle dönemlerde ekonominin küçülüyor olması, talebin azalmasını ve fiyatların artış temposunun gerilemesini beraberinde getirmesi beklenir. Ancak stagflasyon durumunda ekonomik büyümenin yavaşlamasına enflasyon artışı da eklenecektir. Sadece enflasyonun olduğu durumlarda, bu geliri enflasyon oranında artmayanlardan artanlara doğru bir kaynak transferi anlamına gelir. Ancak her ikisi de aynı anda olunca yani hem ücretler baskılanıp işsizlik artınca yaşam koşullarını kötüleşecek, hem de ikinci etki olarak enflasyon sonucunda ücretleri zaten gerilemiş olan çalışanların hayat pahalılığı karşısında alım güçleri daha da azalacaktır. Bu ise çalışanlar için çifte kapan anlamına gelecektir.
Ancak tüm bunların yaşanması kader değildir. Giderek belirginleşen olası krizin çalışanlara etkilerini en aza indirmek, emek örgütleri ve sendikaların ortak hareket ederek geliştirecekleri mücadele programına ve bunun uygulanabilmesine bağlı olacaktır.
* New York Üniversitesi