Onur Ünlü: Bir zahmet inandıkları kitabı okusunlar
Selman Bulut’un tek bir bakışın dayatması altında kalmaya karşı bir itirazı var. Hakikat her yerde, her yerden beslenebilir insan.
Devrim ACAROĞLU
Çağdaş GÜNERBÜYÜK
Bu hafta vizyona giren dedektif imamın hikayesi İtirazım Var'a Kültür Bakanlığı'nın değerlendirme kurulu 18 yaş sınırı getirdiği haberi gelmişti. Filmi izleyip böyle bir sınırlamayı hiç hak etmediğini bilen herkes şaşkınlıkla, İstanbul Film Festivali etkinliklerinde filmin yönetmeni Onur Ünlü'ye geçmiş olsun diyordu. Ünlü ise gülerek, kurulun “genel ahlak, insan onuru ve şiddet içermesi nedeniyle” yazan sınırlama metnini gösteriyordu. “Yine kaybettik” diye sevinmiyordu belki, henüz film daha yarışmada ve vizyon yolculuğunun başındaydı ama moralsiz hiç değildi. Belki kendisini karakterleri içinde en çok İtirazım Var'ın Selman Bulut'una benzetmesi bundan. Çünkü camisinde işlenen cinayeti çözmek ona pahalıya patlasa da, “Oh yine kaybettik” diyecek kadar kendini bilen, hakikati dert eden bir adam Selman.
Karşımızda bol esprili, hareketli, kovalamacalı bir polisiye komedi filmi yokmuş gibi derin meseleler konuştuğumuza bakmayın, bu sohbet İtirazım Var'ın derininde yatanlarla ilgilenenler için.
Filmin sonundan başlayalım; “Ohh be yine kaybettim” diyor İmam Selman Bulut. Kaybetmek iyi bir şey mi, yoksa bir imam için mi iyi?
Kaybetmek değil de kazanmak iyi bir şey olmayabilir. Kazanmak kaybetmekten daha fazla ahlaki çıkmaza götürebilir insanı. Kazanmak bir istekle olabilecek bir şey çoğu zaman ve istekte hırs giderek nefis olabilir. Bizimki gibi bir imam bunu yapmamayı tercih eder. Kaybetmiş olmak, garip tarafta kalmak, gariban olmak kazanmaya tercih edilebilir. Kaybetmekten memnun çünkü ahlaki olarak onu tatmin ediyor bu durum.
Kazanmakta çetrefilli, sinir bozucu bir şey var. Bak kazanan insanlara, bir tuhaf oluyorlar. Bunun üst sınırı Mustafa Sarıgül olabilir mesela. Ki gerçek bir kaybeden olduğunu hepimiz biliyoruz. Kazanma hırsı bir insanı ne hale getirir, nasıl şaşkına çevirir çok güzel görebiliyoruz onda.
İmama kaybetmek yakıştı, daha bi yakışıklı oldu. Ama Sarıgül olmadı…
Yakışmadı çünkü o gariban olma hissini sevmiyor. Halbuki gariplik tatlı bir histir, yalnız ve kaybetmiş bir şekilde kenarda ama hâlâ sağlam durma hali. Ezik bir durumdan bahsetmiyorum. O biliyor ki kazansa ne olacaktı? Baktığın zaman her şeyini kaybediyor filmin sonunda; işini, kitaplığını, arkadaşını… Geldiği yer filmin başladığı noktayla uyum gösteriyor. Çünkü anlıyoruz ki o daha önce de kaybetmiş. Karısını kaybetmiş belli ki bir şeylerden vazgeçmiş. Bir duruş için vazgeçmiş, bunun için devam ettirmiş hayatını. O yüzden geldiği noktada bunu başardığı için memnun kendisinden.
Kaybetmiş de değil aslında…
Paradoksal olarak evet, kaybetmiş değil. Ama hiç değilse kazanmış da değil.
Set ziyaretinde imam karakterinin Dolmabahçe imamına bir gönderme olup olmadığı sorulmuştu. Sen de “göndermeyle film yapılmaz” demiştin. Filmi izleyince bir tek Dolmabahçe İmamına gönderme olmadığını düşündük…
Ben güncel göndermeyi kastettim. 2010 yılında yazdığım bir senaryo bu. Yazdığım bazı şeyler daha sonra yaşananlara denk geldi. Değişik bir şey oldu tabii de bu beni çok da fazla heyecanlandırmadı açıkçası. Umurumda değil çünkü. On sene sonra da çeksem aynı şeyi çekecektim. Şimdi yazsam aynı şeyi yazacaktım. Ama şimdi yazsaydım bazı şeyleri değiştirebilirdim. Tefecinin soyadı Kalyoncu, bunu mesela. Ama özellikle değiştirmedim.
Özellikle yazdığını düşünüyor insan…
Hayır, sadece değiştirmedim. Çünkü değiştirseydim ahlaki olarak yanlış yapmış olabilirdim. Kendime otosansür uygulamış, güncele göre hareket etmiş olabilirdim. İlk senaryolar ortada; Salih Kalyoncu tefecinin ismi, ne yapayım yani. İmamın filmin sonunda dediği gibi; “attım tuttu”, hissi kablel vuku yani (gülünüyor).
Kalyoncu’yu geçelim; kızlı erkekli göndermesi?
O zaten temel karakterlerden ve temel olaylardan biri. O sahnede imamın ettiği küfür ilk düşündüğüm ve beni heyecanlandıran şeylerden biriydi; sokayım imam nikahına. Çünkü böyle düşünüyorum gerçekten. Kimse bunu tartışamaz da teknik olarak, öyledir çünkü. İmama da sebebini anlattırdım. Sadece küfür etmedi, küfrünün gerekçesini de anlattı. Anlatmasa hakaret etmiş olursun.
Biz yazdık, sonra kızlı erkekli mevzusu denk geldi. Belki de sezdik, bilemiyorum. Bunlar birkaç senede açığa çıkan şeyler değil ki. Dünya zaten sağcı bir yerdir. Bu hükümet olmasa da bu görüş olacaktı; belki bu kadar dillendirilmeyecekti, ama içten içe olacaktı. Bunlar üstüne gitti, sömürdü. Asıl önemlisi ülkenin öyle bir ülke olması.
İmamımız elinden gelen günahı ardına koymuyor. Filmin İngilizcesi aslında daha yakışıklı bu bakımdan… Let’s sin, haydi günaha gibi…
Aslında Türkçesine de onu düşünmüştük başta; Gel Günaha Girelim olsun dedik ama günaha bir davet yok aslında ortada.
Ama “günahla irtibatı kesilen insan kemale eremez” diyor…
İbni Arabi’nin sözüdür o. Çok basit bir şey söylüyor aslında; hayattan kopma, bir şey yapmak istiyorsan, sonunda hikmetli bir şey olacaksa ve bunun için günahın içinden geçmen gerekiyorsa geç. İçinden geçerken girmek zorunda değilsin, etrafından dolanabilirsin ama yapmak istediğinden geri durursan hiçbir şey yapmamış olursun.
Kemale de eremezsin…
Tabii… Öldüğün zaman; “içki içmedim, kumar oynamadım, zina da etmedim…” Peki ne yaptın adam? Aslında meselenin özü, Sağcı Emevi dünya görüşünün hakikat üzerindeki baskısı. Bunun kaldırılması lazım. Bu baskı bizi bunaltıyor aşağıda. Emevi dünyanın bahsettiği günah ile Selman Bulut’un günahtan anladığı aynı şey değil. Günahla irtibatı kesersek geride kalan alan boş, fazla güvenli ve hayattan kopuk bir alandır. İslam tasavvufu ve Hıristiyan tasavvufu arasındaki temel fark da budur. Manastır kafasının İslam’da olmamasının nedeni insanın hayatla iç içe bulunma zorunluluğudur. Mesela İbrahim Halveti 1800’lerin ortalarında, insanların tekkelere kapanıp hayattan koptuğunu gördüğünde dedi ki “kemalet ameldedir”, yani sadece yaptıklarınızla kemale erebilirsiniz. İbrahim Halveti’nin tekkesi yanar, bunu bir işaret olarak görür ve çok sevinir.
Selman Bulut bu Emevi baskıdan muzdarip. Bundan kurtulmak için gitmiş Antrolopoloji okumuş. “Neden tek bir tanrıya inanmamız gerektiği ile ilgili rasyonel izahlara ihtiyaç duydum” diyor. Hangimiz duymuyoruz ki? Selman Bulut’un tek bir bakışın dayatması altında kalmaya karşı bir itirazı var. Hakikat her yerde, her yerden beslenebilir insan. Günah listeleri var; şunu yapabilirsin, bunu yapamazsın diyen. Bu listelere itiraz ediyor. Bağlama çalıyor, deyiş okuyor. Alevilik, Bektaşilikle arasında bir bağ kurmaya çalışıyor. Başka kaynaklardan beslenmek istiyor.
Seçtiğin iki Alevi deyişi de çok özel hakikaten…
“Bir derdim var bin dermana değişmem” Şah İsmail’in biliyorsunuz. İstedim ki film başlasın Ali’yi görelim, orası camii olsun ama Şah İsmail çalsın. Güzel oldu, Ali candır.
Selman Bulut, hayatını buna göre kurmuşken –belki ilerdeki hikayelerde daha iyi göreceğiz- belki bu uğurda karısından olmuşken, bir sürü bedel ödemişken, camisinde üstelik bir tefeci öldürülüyor. Kendisi de tuhaf bir şekilde işin içine çekilen adam ne yapar bu gelişmeler karşısında, duramaz, o da durmuyor. Bu kadar çok film yazdım, çizdim, çektim, kendime en yakın gördüğüm karakter bu mesela. Filmlerimi gördünüz; hepsi hastalıklı, saçma sapan adamlar. Onlarda da elbette benden bir sürü şey var. Ama ben Selman Bulut olmak isterdim. Ama Eminem de olmak istiyorum (gülünüyor).
BU FİLMİN ÖNEMLİ ANI İHSAN ELİAÇIK’IN VAAZIDIR
İhsan Eliaçık’ın bir vaazı var filmin orta yerinde. Bir manifesto adeta. İhsan Eliaçık’la tanışıyor musun?
İhsan Hoca ile birebir tanışıklığım yok. Ama yıllardan beri takip ederim İhsan Eliaçık’ı. Gezi Olaylarından sonra popülerleşti. İyi ki de öyle oldu. Ama ilk senaryodan beri o vaaz vardır. Onunla başlıyordu film, sonra hikaye gereği vaazı başka bir yere koyduk. Her filmde bir tane yer vardır; bütün eğretilemelerin , metaforların, şunun bunun bir kenarda kaldığı, lafını direkt cepheden söyleyebileceğin bir an. Bu filmin o önemli anı ihsan Eliaçık’ın vaazıdır. Filmde o anı yaratmak önemli; gülüyoruz eğleniyoruz da, “bi saniye dinleyin” deyip kesmek o önemli lafı söylemek, sonra gülmeye devam et. Gerçi vaazda da gülünen bir bölüm oldu; “komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallelerine taşınanlar var” dediği kısım. Zekice, tatlı bir gülme oldu. Bu cümle için film yapılır, öyle değil mi? Ya da Ebu Zerr’in kullandığımız lafı için; “Geceyi aç geçirip sabahına kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim”. Niye film yapıyoruz ki, bunları paylaşmak için, muhabbet için. Muhabbetin kökü hab’dır. Hab sevgidir, habibi sevgili. Muhabbet de sevişmek demektir aslında.
Beni o vaaz sahnesinde etkileyen; bu kadar güçlü bir vaazı, bir manifestoyu, 3 diyanetten gelen gözlemciyi saymazsak sadece bir kişinin dinlemesi oldu, bir hayli ironik geldi bu…
Ve Selman Bulut’un ağzı da oynamıyor, belki içinden söylüyor, onu da bilmiyoruz. Bir kişi var evet, maalesef böyle, buyuz. Bir kişiyiz, duruyoruz orda.
Yeri geldi de soruyorum; nasıl oldu da bu mütedeyyin kesim yolsuzluk, kul hakkı falan umursamadı seçimde?
Freud der ki, histeride özdeşleşme had safhadadır. Histerik kişi özdeşleştiği kişi ile çok kuvvetli bir empati duygusuna girer, giderek ona benzer ve o olduğunu düşünür. Toplumsal histeriden de bahseder. Rüyaların Yorumu eserinin birinci cildinde anlatır bunları. Bu kadar söyleyeyim ben.
Kur’an’da dehşet ifadeler vardır; zalimler ve onların peşine takılanların ne olacağı ile ilgili. İnandıkları kitap orada duruyor, açıp bir baksınlar.
Daha kılıç kuşanmaya çok var yani?
Belli olmaz o.
AHLAKSIZLIĞI AHLAKÇILIĞA TERCİH EDERİM
Günah demişken; tapeler çıktığında İslamcı bir yazar “Başbakanın günah işleme özgürlüğü yok mu?” demişti. Velev ki doğru dedi yani…
Söylediği teorik olarak doğrudur ama bunu bir ahlakçı söyleyemez. Ahlaklı ya da ahlaksız bir insan söyleyebilir ama ahlakçı söyleyemez. Ben bunu söylerim çünkü ahlakçı değilim. Her yerde söylüyorum; ahlaksızlığı ahlakçılığa tercih ederim. Ahlakçıların durumunu görüyoruz işte. Sağcı olsun solcu olsun, Müslüman olsun ahlakçılık bir insanın düşebileceği en kötü çukurdur. İnsanlara şöyle yapmalısınız, böyle yapmalısınız dediğinde kendi günah işleme alanını kapatmış olursun. Kendi tekamülünü kendin kesmiş olursun. Dolayısıyla anlıyoruz ki ahlakçılık kişisel ilerlemenin önündedir. Ahlakçılık terakkiye manidir. Ahlakçılık yaptıktan sonra dönüp bana günah işleme özgürlüğünden bahsedemezsin. Birçok şeyde yaptıkları gibi doğru bilgileri kendi keyifleri için kullanıyorlar. Çaresizce retorik yapıyorlar, o retorikle birlikte yerin dibine girecekler. Şansları yok.
Kul hakkı o özgürlüğe de dahil değil herhalde. Selman öyle diyor…
Evet, bahsedilen mevzu zaten kul hakkı. Onu zaten yapamazsın. Nerden tutsan elinde kalıyor. Kendi bağlı oldukları sünni dünya görüşüne göre de açıklayamazlar. Perişan haldeler.
Perişan haldeler de Selman Bulut’un söyledikleri karşısında filmdeki diyanet görevlilerinin bakışı nasılsa sokaktaki vatandaşın bakışı da öyle değil mi?
Daniel Defoe der ki; “Bir insanın, benden başka herkes yanılıyor demesi zor şüphesiz ama herkes yanılıyorsa o ne yapsın?” Toplu halde inanıyorlar ne yapabiliriz ki. Bunların inandığı gelenek, kitap değil. Çok basit bir şey var. Laf geldi diye konuşuyoruz. Allah vardır onun peygamberi vardır. Onların söyledikleri dışında hiçbir Allah’ın kulunun söylediğinin hiçbir nihai hükmü yoktur. 1400 sene içindeki ulemanın, üstelik zaman zaman ontolojik olarak birbiriyle çelişen adamların ortak şeylerini alıp, ondan bir akait oluşturarak bir şey söylersen sen geleneğe göre hareket ediyorsun demektir. Kur’an’ın kendisi geleneği karşısındadır. Kendisinden önceki geleneğe saldırarak işe girişti. Ama böylesi güvenli onlar açısından. Sağcısının da solcusunun da başlarındaki adamların işlerini kolaylaştırıyor gelenek. Doğru söylüyorsun, birçok insan öyle düşünmez de bana ne, yanlış düşünüyorlar, öğrenselerdi, ellerinde imkan vardı, ben nasıl öğrendim! Sorumluluk duymam üzüntü duyarım. En fenasını da söyleyeyim; ‘kafir’in kelime anlamı örtendir, hakikati örten, bildiği halde öyle değilmiş gibi davranan. Kur’ani bir terim olarak kafir bu demektir. Küfür de aynı köktendir. Sakat, çok sakat…
RESULULLAH VEFAT ETTİĞİ GÜN BAŞLADI BU TARTIŞMA
Müslümanlar arasında İhsan Eliaçık’ın söyledikleri gibi ciddi görüş ayrılıkları bizim gibi adamlar için şimdi mi görünür hale geldi acaba, hep mi vardı, yoksa bu olan biten hakikaten yenilik barındırıyor mu?
Biraz sana da görünür değilmiş, böyle adamlar hep vardı. Ama bu kadar açıktan ve cepheden görünür bir şekilde yeni yeni yapılıyor. Daha da önemlisi iktidarın kendisinin de Müslüman olduğu noktasından hareket ediyor olması çelişkiyi sertleştiriyor. Konjonktürle de ilgili. Bunlar da çok tesadüf değiller. Biraz öne geldi ama tabii ki yeni değil. Resulullah’ın vefat ettiği andan başlayan bir tartışma bu. Kime biat edeceğiz tartışması 1400 senedir sürüyor. Resulullah kimseyi bırakmadı arkasında; “şu” demedi. Deseydi, insanlık tarihi başka yöne yönlenebilirdi. O zaman başka bir aile sürdürecekti, belki lanet olası “Emevi Saltanatı” olmayacaktı. Belki her şey başka olacaktı. O zamandan beri muhalifler var. İhsan Eliaçık’ın dillendirdiği fikir 1400 senedir var çünkü bizzat Peygamberin fikridir. Başka bir şey söylemiyor ki adam. Ama onu da iktidar edemezsin. İhsan Hoca’nın anlattığı şekilde yorumlarsan Kur’an’ı iktidar sürdürmen mümkün değil. Çünkü o fikirde Kur’an’da söylenen mal paylaşımından bahsediyor. Onunla nasıl sermaye biriktirecen, biriktirmezsen nasıl iktidar olursun, nasıl savaşırsın!
HEM MÜSLÜMANIM HEM ÖĞRETMEN ÇOCUĞU
Celal Tan’da en çok dayağı yiyen Cumhuriyetçi, modernist, laik adamlar oldu, bu filmde karşı cephesi. İki filmde iki iktidar odağını taşladın. “Provokatif” olsun diye şöyle soralım; Onur Ünlü’nün fikri mi değişti, ne oldu?
İkisini de düşünüyordum; önce onu yaptım. Onu yaparken bunun senaryosu vardı. Bunu yapacağımı ben biliyordum, insanlar bilmiyordu. Bu karakter uzun yıllardır var zaten. 22-23 yaşında şiirimde geçiyor “Selman adlı bir bulut” diye. Ama işte yaptık. Onlar iki taraf, benim olmadığım taraflar, benim olmadığım başka taraflar da var, gün gelecek onlara da lafımızı söyleyeceğiz. Film yapmak uzun zaman aldığından, gazetede yazar gibi bir gün bir şey, ertesi gün başka bir şey söyleyemiyorsun. Arada zaman geçmesi gerekiyor. Ben Müslümanım, öğretmen çocuğuyum da. Öğretmenlerin içinde büyüdüm, orası da benim dünyam, camiye de çok girdim çıktım, orası da benim dünyam. Her iki taraftan da parçalar bulunduğu için dönüp bir şey söyleme hakkı da görüyorum, o rahatlığa da sahibim. İkisini de yaşantıladım, iki taraftan da bıktım.