12 Mayıs 2012 11:12

Kendi hayatımızın başrolünde değiliz

“Maharet ; korkutacak kadar yeni, sıkacak kadar tanıdık olmamayı başarmaktaydı. Erkekler değişiklik arardı ama mesele arananların hepsini üzerinde barındırdığı intibaını bırakmaktaydı.”Mehmet’i yukarıdaki sihirli formül sayesinde üç yıldır elinde tutmayı başarmış Ayşe. Gerçi Sibel de elinde tutuyor ama esas kadın olma

Kendi hayatımızın başrolünde değiliz
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Mehmet’i yukarıdaki sihirli formül sayesinde üç yıldır elinde tutmayı başarmış Ayşe. Gerçi Sibel de elinde tutuyor ama esas kadın olmak pekala yine de başarı sayılabilir Ayşe için.
Ayşe’nin formülünün yabancısı olamazsınız zira bir traş bıçağı, pantalon ya da bir ayakkabı da aynı formülle tüketicisinin gözüne girmeye çalışıyor... Sizi aynı taktikle kazanmaya çalışıyor.
Ayşe, Sibel, Reyhan, Nergis ve Elif... Hepsi Samatya’da yaşıyor. Evli, sevgilili, sevgili olma ihtimali peşindeki ya da ikinci kadın... Hepsi erkeklerini kazanmak ya da kaybetmemek için büyük kampanyalar düzenliyor.  Erkeklerinin gözdesi olmak için bilinen evrensel kaideleri, yerel stratejilerle ustalıkla buluşturmaya çalışıyor. Hepsinin bir başka ortak özelliği Seray Şahiner’in geçtiğimiz hafta Yunus Nadi Öykü Ödülü alan son kitabı ‘Hanımların Dikkatine’nin kadın karakterleri olmaları.
Kadınlar, reklam kampanyalarının sunduğu ilişki modelleri, banka müşteri hizmetlerinin ‘memnuniyet’ kriterileri ile kendilerine ‘gıpta edilesi’ bir hayat kurgulamaya çalışırken, Şahiner’in çarpıcı gözlemleri ile okuru vurduğu lezzetli öyküleri bir ‘pazar araştırması’ olarak da okunabilir... ama kim ölüm döşeğinde hayatının bir reklam filmi şeridi gibi geçmesini ister ki... Bütün ömürleri kuliste hazırlık yaparak geçen karakterlerimiz sahneye çıkma şansı bulsalar da olsa olsa bir figüran olacaklar kendi yaşamlarına.
Şahiner’in ilk kitabı ‘Gelin Başı’ gibi ‘Hanımların Dikkatine’ de kadınlardan bahsediyor, mahremlerine giriyor, sıradanlıklarını sarsıcı kılıyor... Fakat bu durum erkeklerin içini rahatlatmasın... Senaryosunu kendi yazmadığı bir reklam kampanyasının jönü olmakla gurur duyacak adam varsa ona söyleyecek söz yok...


Kadın karakterlerinin en büyük hayali, erkeklerini, ‘düşman’ tehditlerine rağmen elde tutabilmek, onların esas kadını olmayı becermek, bir prenses gibi davranılarak ödüllendirilmek. İstanbul’un kıyısında geçen bu hikayeler sadece ‘Hanımların dikkatine, overlok makinesi geldi’ anonsunun menzilindeki kadınları mı ilgilendiriyor?
Bu kadın erkek ilişkileriyle, aşkla değil bizzat kapitalizmle alakalı bir durum:  Medya, filmler, reklamlar, kampanya ve sloganlarıyla bilinçaltımıza işleyerek ürün satıyorlar. Parasını verip olamayacağın hiçbir şey yok, bir rimelle Penelope Cruz kirpiği, bir ayakkabıyla Jenifer Lopez kalçasına sahip olabileceğin söyleniyor. Türkan Şoray, zamanında kıymetini bilmemiş esas adamın kalbini zengin olup giyim kuşamını değiştirip “bambaşka biri” olduktan sonra kazanabiliyor. İmaj sektörü aslında ne olduğumuzla ilgilenmiyor, kendi yarattığı “en güzel”e nasıl benzerizin yolunu gösteriyor. Onun da bir faturası var. Bu kampanyaların dili ve imaj sektörü, medyanın girdiği her yere nüfuz ediyor, sadece İstanbul’u bağlayan bir durum değil. Etkileri sınıfsal duruma göre şiddetleniyor. Parası olmayan da taksite girip hayatını ipotek ettiriyor. Reklamlardan aşkı çıkar, piyasa çöker. Kadını erkeğe erkeği kadına yem olarak gösterip kendilerine de Eros’un oku süsü veriyorlar.

Bitmeyen bir ‘hazırlık’ var Hanımların Dikkatine’de, beni okuması dahi yordu. makyaj, ağda, saç yapımı falan filan… Erkeğine güzel görünmek baş neden gibi görünse de, başka türlüsü topluma karşı işlenmiş suç sayılabileceğinden de bu kadar hazırlanılıyor sanırım.
Bir gün sahneye çıkmak üzere yetiştirildiğimizden ömrümüz kuliste geçiyor. Kendi hayatımızın başrolünde değiliz. Kendimizin dikiz aynası gibi yaşıyoruz. Dışardan bakıp eksik gedik ne var düzeltmeye çalışıyoruz.

KENDİME DİKKAT İĞNELERİ BATIRIP DURUYORUM

Kadınlarla ilgili tevatürleri gözümüze gözümüze sokarken onları yeniden üretmemeyi, erkekleri gevrek gevrek güldürmeden işlemeyi nasıl başarıyorsun.  Bu, uçurumun eşiğinde ip atlamak gibi bir şey değil mi?
Kur’an’da şafak vakti, beyaz iplikle siyah ipliğin ayrıldığı an diye tanımlanıyor. Mizah da işte o beyaz iplikle siyah ipliğin ayrıldığı nokta. Mizahı kullanma meselesinde, eleştirdiğim durumu “malzeme” olarak alıp onları tekrar “satar” hale getirmekten korkarım: O zaman ben de kampanyatör olurum. Kendime dikkat iğneleri batırıp duruyorum. Olağanüstü hikayeler anlatmadım. Sıradan günlerdeki patlama, duraklama noktalarını alıyorum. Neden dersen, hayat çapak yapıyor. Tıkanma noktalarında hayatın üstesinden mizahla gelen karakterler seçiyorum. Hem öykü için nefes olanağı sağlıyor, hem hayat için. Riskli, evet. Ama bazı yükseklikler o kadar göz alıcı ki, düşmeyi göze alıyorsun.

Köylük yaşam, Türkiye edebiyatının ve sinemasının çokça işlediği bir konu oldu. Fakat köylerini terk edip büyük şehre gelenlerin hikayesinin peşine yeterince düşülmedi. Ne İstanbul Cihangirli, ne de Konya Cihangirli hiçbir zaman olamayacak karakterlerinin “kadınlıklarına” bu durum nasıl bir katkı sunmuştur?
“İstanbullular” birbirine “aslen nerelisin?​” diye soruyor. 50’lerde Marshall planı, sonra kentin çekimi, ‘90’larda köy yakmalar… Sonra, “Vay efendim göçmenler İstanbul’u bozdu”. Asıl İstanbul ve Ankara gelenlerin göç ettiği yerleri bozdu. İlk gelenler, memleketlerini bavullarla İstanbul’a taşıdı. Nispeten şanslılardı. Son 20 yılda yanına bir çöp alma fırsatı bulamadan köyünden gelenler, bir gecede İstanbullu oldu. Bu da doğal olarak bir arada kalmışlık duygusu yaratıyor. Köylülükle şehirlilik, modernlikle geleneksellik arasında. Genelde göçmenlerin yahut onların çocuklarının hikayesini yazdım. Bir çok medeniyeti bir karakterde barındırabilme lüksü veriyor bana, kahramanlar geldikleri yerin mizahını da taşıyor anlatıya. Ama seyrüsefer değil de göç yollarıysa süreç, her zaman derinlerde bir “çekmişlik” vardır. Bu öykülerime de yansıdı.

İÇ SESİMİZLE SÖYLEDİKLERİMİZ ARASINDA UÇURUM VAR

Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde, ‘Dikkate Değer’ bulunan öykü dosyanın adı ‘İç sesim dış sesimi döver’di. Kadınlarının italikle sunduğun iç sesleri dış seslerinden hem  daha kalabalık hem de daha sert ve alaycı. Hem bu sunumu seçmenin hem de iç sesle dış ses arasındaki uzay farkının nedenini sormalıyım…
Hissettiğimiz kadar davranmıyoruz. Neden dersen, “alem ne der?​” “ayıp olur…” Mutsuzluğumuz o süzgeçten kaynaklanıyor. İç sesimiz, dışardan duyduklarımız  ve bizim söylediklerimiz arasında uçurum var. İç sesleri daha yoğun kullanarak kahramanların sıkışmışlık hallerini öyküleştiriyorum. Anlattığım karakterlerde sahneyi yıkıp bunun aslında dekor olduğunu ifşa eden bir patlama noktası oluyor.

YEN SIYRILSIN PROTEZ GÖRÜNSÜN İSTEDİM

Ben bir erkek olarak merakla okudum. Fakat sanırım bir kadın için ‘yeni bir şey yok’ Hanımların Dikkatine’de… ‘Yeni’ değilken ‘isyana’ teşvik edici olmayı başaran ne var sence bu kitapta?
Sahneye çıkmak, “o” olmak için harcadığımız bütün bu eforun sonucunda, kendimizi bile değil; bir provayı tekrar edip duruyoruz. Sunulan imaj bizim uzvumuz değil, yen sıyrılsın protez görünsün istedim. Tanrı anlatıcıyı karakterlerin mezhebine soktum. Kitabın içinden parmak sallayıp doğrusu budur demek haddim değil. Saadete giden yolu göstermiyorum. En fazla “buraya nasıl düştün?​” sorusunun cevabı çıkar yazdığım hikayelerden. Ama kurgu ideolojiktir. Kahramanlar ve dış metinler benim seçimim olduğundan doğal olarak düşüncem devreye giriyor. Ve evet, isyan etmemiz lazım.

EZEN ‘ERKEK’, EZİLEN ‘KADIN’ SÖYLEMİ AŞAĞILAYICI

Erkek ‘ezen’ kadın ‘ezilen’se, erkeklerin kendi aralarında dayanışmacı fakat kadınların ‘mimikleriyle dedikodu’ eden bir rekabet ortamına sahip oluşları çok daha yaman ve can sıkıcı bir çelişki olmuyor mu?
Ezen erkekler, ezilen kadınlar söylemini her iki taraf için de aşağılayıcı buluyorum. “Kadınları koruyalım” lafını her duyduğumda Greenpeace neslimizi yok olmaktan kurtarmak için kampanya başlatacak diye endişeleniyorum. Karetta karetta mıyız? Kadın erkek meselesi değil bu, erk meselesi. Tanımlayan zaten erk’tir. Acizlikle tanımlayarak, durumu yeniden yeniden üretiyorlar. Sisteme yayılmış bir adaletsizlik var: Güçlünün ezmesi üzerine kurulu. Bahsettiğin rekabet de, çimenlerin ayakta kalma çabası. Kadınlar sokağa da iş hayatına da daha geç adım attı. Girdiğimizde zaten oluşmuş bir dil vardı. Türlü yöntemlerle o dile sızmaya çalışıyoruz. Göçmenler hayatta kalmak için dil öğrenmeye mecbur. Biz sokağa evden göç ettik.

SEN MUTLULUĞUN KAMPANYASINI YAPABİLİR MİSİN ABİDİN?

Mimar Sinan’da okuyanı da Bağcılar’da bir konfeksiyon atölyesinde çalışanı da aynı dertten mustaripse, ‘eğitim şart’cı bir kurtuluş manifestosu yazılamaz (çok şükür). Cem Karaca’nın Safinaz’ından gelsin; Kurtuluş Nerede?
Hayata bu kadar benzeyen şarkı görmedim. Çok uzundur. Melodisi defalarca değişir, sonunda gelip aynı yere bağlanır. Ve lakin Cem Baba, soru sormayı bilmiş. Bizim de sormayı hatırlamamız gerekiyor. O noktadan itibaren tepki vermeye başlıyoruz. Yoksa, yaşadığımız hayat bir Safinaz endüstrisi… Yüz binlerce Safinaz… Sormak talep etmektir. Bir de ummanın dışında hakkımızı aramayı hatırlamamız gerekiyor. Ama onun da önünü alacak formül buldular. Secret. “Kim istemez mutlu olmayı ama mutsuz olmaya da var mısın?​” noktasından “Sen mutluluğun kampanyasını yapabilir misin Abidin?​”e geldik.

Gençsin.. Büyük övgü almış iki kitap var arkanda… Neler olacak bundan sonra?
Hep daha iyi yazmayı hayal ettim. Hâlâ da hayalim bu. Bir sinema filmi senaryosu yazıyorum, bir de Orhan Kemal’in sinemayla ilişkisi üzerine bir inceleme kitabı. Ne zaman biteceğini bilmediğim öyküler var elimde. Piyasanın “İlle de Roman olsun” baskısından sıkılmış olsam da, araştırma safhasında olduğum bir de roman var masada.



Kadınların hem ‘evrensel’ hem Samatyalı… Sen de Samatya’da oturuyorsun, daha kolay olacağını mı düşündün, yoksa başka bir sebebi var mı?

Herkes kendi  kapısının önünü yazsa dünya tertemiz olurdu dürtüsü değil bu. Sur içinin kendine has bir ritmi vardır: Aksak. O durum, mahalle sakinlerini sakinlik durumundan kolayca çıkarabilir. Kırılma noktası öyküleri yazdım, Samatya biçilmiş kaftandı. Samatya’da hayata hazırlıksız yakalanıyoruz. Farklılık da sıradanlık da serbest. Terbiyeli ama nezaket gösterisi yapmayan bir semt.  Pek çok sınıftan insanın bir arada yaşadığı bir muhit ve dışarıdan gelen herkese nüfuz eden kendine ait bir dili var. Bizim aşağı mahalleden Zilciyan ailesi’nin yıllar önce yaptığı zilin sesini yıllardır Beatles ve Pink Floyd hayranları dinliyor. Bu demektir ki Samatya’nın kendine has bir tınısı var. Aynı semtin sesinin farklı insanlar üzerindeki değişik yansımalarını göstermek istedim.

Kentsel olarak dönüştüğünde Samatya, belki Ayşe, Nergis, Sibel, Elif ve Reyhan hem Taksim’e bu kadar yakın ve hem şahane manzarasıyla birilerinin iştahını kabartan mahallede oturamayabilirler… Karakterlerinin göçme riski sana ne düşündürtür?
Erkin Koray’ın bir sözü var: “Kaldırımların dili yok, onlar söylemez, biz söyleriz onları nasıl çiğnediğimizi”. Tarihi dokuyu, numunelik olarak bir kaç tarihi binayı restore edip semtin kalanını zenginlere pazarlayarak koruyamazlar. Bir yerin tarihi, oranın halkıdır. Samatya’nın halkı birbirini bilir… Fırınlarda askıda ekmek usulü var. Cebinde fazladan iki bira içecek parası olan, meydandaki büfeye garibanlar ve alkolikler için içki parası bırakıyor… Tarlabaşı örneğini görüyoruz. Halkı sürüldü resmen ki, o halk 500 yıl önce oraya yine devlet eliyle yerleştirilmişti; Çingeneler göçebe ya yerleşik hayata geçerlerse vergi toplamak daha kolay olur diye. Şimdi onlara dediler ki, “Roman kardeşlerim sizi şöyle alalım: dışarı”. Samatya’ya dönersek; merkezi, tarihi özellikleri olan, denize kurulu bir muhiti yerlisine yar etmek istemiyorlar. Yerlisi derken, bütün göçebeler burada:  okullarına ve Taksim’e yakın diye Samatya’da ev tutan öğrenciler, 20 yıl önce köyü yakılıp dönenler, 3 kuşak önce traktör yüzünden işinden olan çiftçiler… Aslen İstanbullu olamasak da artık Samatyalıyız. Semtin asıl yerlisi Ermeniler, insanların ibadethaneleri burada. Taşınınca ne olacak? Kimse bir diğerinin elinden, evine giderken Allah’ın evine uğrama hakkını alamaz.

ELİ BELİNDE ADORNO

Gelin Başı ile Hanımların Dikkatine aynı ciltle kaplanabilecek kitaplar. Üçüncü kitabı mı bekleyelim ciltlemek için, yoksa onun yeri başka mı olacak?

Karakterlerinin kadın olması kitapları birbirinin aynı yapmaz, öyle bakarsan erkeklerin baş kahraman olduğu dünya edebiyatının büyükçe bir kısmını tek cilt olarak kaplamamız gerekir, ona da tutkal dayanmaz. İlk kitapta belli oranda kabul görmüş bir anlatımım vardı. İkincisinde bunun çok dışında bir şey denedim; iç seslerin yanı sıra hayatımıza zerk edilen dış metinleri de dahil ettim öykülere. Kitapta Benjamin’den Adorno’dan başka isimlerden alıntılar da var. Tüketim toplumuna dair yeni bir şey anlatmadım. Bunlar zaten kuramlaşmış şeyler. Ama bu kitapları kütüphanemizin en üst rafına koyduğumuzdan kolay kolay ulaşıp da hayatımıza yediremiyoruz. Sistemin hayatımızın en ücra yerlerine nasıl nüfuz ettiğini anlatırken, onun üzerine söylenenleri de sokakla hemzemin hale getirmek istedim. Alıntılara dipnot verdim ama, makale havasında olmasın diye, konuşma diline yedirdim. Eli belinde Adorno yani. Kendi tarzımı oturtmak istiyorum ama kendi yeniliğimi eskitmek istemiyorum.
Üçüncü kitabın “arkası yarın” olmayacağı kesin.


ERKEKLER ‘STOP’ TUŞUNA HER BASTIĞINDA SUSMADIĞIMIZI GÖRECEK

Hanımların Dikkatine, erkek okurların dikkatine ne sunuyor?
Öykülerimi birbirine bağlayan; “Hanımların dikkatine; overlok makinesi ayağınıza geldi” anonsuyla dolaşan kamyonetin hoparlöründen kadın sesi duyuyoruz. Ama makineyi kullanan da aracı süren de erkek. O ses mütemadiyen konuştuğu için herkes bıkkınlık içinde, aslında play tuşuna basan erkek. Aynı replikleri söylemekten biz de sıkıldık, erkekler de stop tuşuna her bastıklarında bizi susturamayacaklarını görebilir bu kitapta.


ÖDÜL BAKKALA SEPET UZATAN KADINLARA VERİLDİ

Adettendir... Yunus Nadi Öykü Ödülü genç yazara neler düşündürttü?
Kitap kendini tekrarladı. Törene giderken ne giyinsem? Saçımı nasıl yapsam, topuz olursa eltimin oğlunun düğününe çeyrek takmaya gider gibi mi olurum? Topuğum kırılır mı? Ki çorabım kaçtı. Kadın yazar lafına mesafeliyim ama törene bir kadın olarak hazırlandım. Çünkü, sahneye çıkacaktım. Ödül törenine angora kazakla giden Nuri Bilge Ceylan’a hak verdim. Sonra, ne yazarsak yazalım, o çarkın bizi bir şekilde içine aldığını tekrar fark ettim. Kitaba uygun bir süreç oldu, Samatya’nın Arnavut kaldırımlarına sıkışan topuklu ayakkabımla ödülü aldım. Kenar mahalle hikayeleri yazdım, sıradanlık ödüllendirilmiş gibi hissettim. Ödül, o gün oraya hazırlanarak çıkan kıza değil, evinin balkonundan bakkala sepet uzatan kadınlara verildi. Jürisi okuru olduğum insanlardan oluşuyor. Bundan dolayı ayrıca mutluluk duydum. Benim için çok cesaret verici bir ödül.

ÖNCEKİ HABER

En güzel hediye oğlunun kokusu

SONRAKİ HABER

Gözaltında polis işkencesi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...