Şiirden gelen şiirle giden bir çatı: 160. km yayınevi
160. km heyecan verici bir proje olarak başladı ve özenli kapakları, farklı tasarımı ve en önemlisi şiiri cebe sokma sloganıyla ilgi çekti.
Nazlı Berivan Ak
Açtık mıydı hele bir son vitesi,
adedi devir. Motorun sesi.
Uuuuuuuy!
çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi… (Nâzım Hikmet, Nikbinlik.)
160. km fikri nasıl doğdu, neden yayınevi, neden şiir diye başlayalım isterim?
Aslında sırf şiir kitabı yayımlayalım diye başlamadık. Yakın zamanda başka türlerde, o türleri anlatan başka dizilerle de okur karşısına çıkacağız. Şiirden geldiğimiz için, önceliği şiire verdik. 160. Kilometreye gelinceye değin, deneyim kazandığımız bir dergicilik geçmişimiz vardı zaten, bu da Heves dergisiydi. Ama işte Cemal Süreya’nın “Dergiler şiirin atardamarıdır” sözü artık bugün için çok da geçerli değil. Daha ilerde blog yazarlığının yahut bloglarda yayımlanan şiirlerin ya da dergiciliğin, şiirin atardamarı olmaya daha yatkın olduğunu ve bakir bir alan olduğunu düşünüyorum. Bu modernleşmenin içeriğini tartışmıyorum, ama görünen o ki, sosyal medya matbu dergiciliğe olan ilgiyigün geçtikçe azaltacak. Çünkü sosyal medya geniş bir alan, herkes kendini orada ya şiir yazarak ya bloğunda günlük yayımlayarak bir şeklide ifade edebiliyorlar. Bu da edebiyatın matbu toplanma alanlarını, özellikle dergileri, geriletiyor bence. İnternet dergiciliği bugün en devrimci seçeneklerden biridir, öyle düşünüyorum. Bir de etrafımıza biraz baksak kâfi. Herkes “yaşasın neşeli günler” tadında. Edebiyat da böyle bir şey oldu bir nevi. Biz de ciddiliğimiz kamufle etmek için, yayınevi kurmayı tercih ettik.
‘DAHA CİNS DAHA MUHALİF DAHA DİPTEN DAHA DERİNDEN…’
160. km ismi nereden doğdu?
Yayınevinin ismini düşünürken, eksantrik bir imajdan ya damitolojik bir karaktere yapacağı göndermeden medet ummadık. Şiir görüşümüz de buna uymazdı. İster devrimci diyelim, ister başka bir şey; biraz daha cins daha muhalif daha dipten daha derinden doğan bir şey olsun istedik. Biz, sadece laf olsun diye Nazım’a dönüş yapmadık. Nazım’ın en devrimci dönemine ait bir şiirinden aldık şiir dizisi olarak adımızı. Nazım’ın en gerçekçi şiirlerinden, birinden, başladık.
160. km nasıl bir yayıncılığı benimseyerek çıktı yolculuğuna?
Seçtiğiniz şiirin hikâyesi önemli bu durumda, sizin duruşunuzu da anlatması bakımından. Bunu tek bir şeye bağlamak istemem. “Şiir direnirse kazanacak” dedik. “Fanzin” tipi yayıncılık fikriyle çıktık, militan bir yayıncılık yapalım istedik. Bu yüzden kitap boyutlarımızı ufalttık, “şiiri cebimizde taşıyoruz” dedik. Militan olmak kolay değil, bu yüzden yayınevini duyururken, İstanbul’un muhtelif yerlerine afişe çıktık. “Nazım’a dönelim” dediğimiz yerde, bu şiir de beraberinde geldi. “Nikbinlik”, malumunuz, iyimserlik demek umut demektir. Bu dünyada bir şeylerin umudunun hala yaşatılabilir olduğunu düşünüyoruz. Beylik laflar etmeden şunu demek isterim. Umut hala güçlendirilmesi gereken bir şeydir. Yalnızca isim yetmez, postmodern malumatfuruşluğun bir sonucu olan; pespaye sıfatlar çağının tam ortasındayız, ama biz tüm bunlara karşın “özcülüğün” yaşatılması gerektiğini düşünen bir avuç insanız. Yaptığımız şeylerle de bu ismi doldurmak istedik. “Gerilla tanıtım” üzerinden gitmek bu yollardan biriydi. Ulus Baker’in çok güzel bir tespiti var, “şeyler” üzerinden yeniden örgütlenilmez, karşınızda hâkim olan şey hangi biçimlerle var oluyorsa o biçimlere göre yeni biçimler kurmalısınız. 160. km’nin her yönüyle yenilikçi yapısının arkasında bu duruş da var bir yönüyle. (İstanbul/EVRENSEL)
PARA ETMEYEN ŞEYE DEĞER ATFEDİLMİYOR
Sosyal medya ile şiirin ilişkisi ne durumda?
Şairlerin olmadığı yerlerde kolay kolay şiir kitabı çıkmaz. Genel yönetmenler şair değil artık günümüzde. Atilla İlhan’ın Bilgi Yayınevi’ni yönettiği zamanlarda değiliz. Ha keza artık Enis Batur da YKY’yi yönetmiyor. Yayın nasıl bir sektör haline gelmişse, artık yayın yönetmenliği ve editörlük kurumunun; pazarlama teknikleri ve PR’cı saiklerle hareket etmemesi de düşünülemez. Böyle olunca da, para etmeyen şeye değer atfedilmemiş oluyor. Paraları, karları onların olsun, varsınlar şiir de basmasınlar. Evet, şimdi, roman yıllarını yaşıyoruz, edebi tür olarak. Bundan 10-15 yıl kadar önce, editörler ve bir yığın eleştirmen; öyküyü yeni keşfetmiş gibi, öykünün ne kadar önemli bir tür olduğundan söz ediyorlardı. Öykünün, şiiri artık geçtiğini bangır bangır ilan ediyorlardı… Ne oldu, şimdi öykü de şiir kadar satıyor nerdeyse. Bu memlekette, sola ve solculara görülen muamele şiirden ve şairlerden de esirgenmemiştir(!) Herkes bir şekilde şiire küfretmeden yapamaz, mutlaka bir şekilde şairlerden nefret duyulur. Onlara ve şiire ne söylense mubahtır, tıpkı sola ve solculara yapıldığı gibi. Halbuki şiir her zaman bir dip suyudur, her zaman derinlerden gider. Hiç belli etmez kendini, ama ne zaman çıkacağı da belli olmaz.
KENDİ DİLİNİ YAKALAMIŞ HER ŞAİRE KAPIMIZ AÇIK
Genç şairlerle buluşabiliyor musunuz?
Gelen kitapları değerlendiren biri olarak, asla katı bir biçimde, elimizde bir reçeteyle bize ulaşan dosyalara yaklaşmıyoruz. Üç metre böyle, iki metre böyle olmalı değil bizim şiir anlayışımız, kalıbımız, kuralımız. Kendi dilini yakalamış, şiirlerinde samimiyetine inandığımız her şaire kapımız açık. Genç şairleri dert ediyoruz, takip ediyoruz, önemsiyoruz. Bu önemli bir nokta bana göre. Şair bunun çok da farkında da değil ama biz takipteyiz ve her an bir genç şaire dosyanızı görmek istiyoruz diyebiliyoruz. Mesela İsmail Aslan’ın kitabı (Sistem Çöktü Misal Çok Yalnızım) böyle yayımlandı.