Türkiye’de mesele ‘İranlaşmak’ değil ki!
Türkiye’de muhafazakarlık artıyor denirken, yapılan araştırmalardan muhafazakarlığın artmadığı hatta ılımlılaştığı sonucu çıktı. Sevinçle karşılanan bu “muhafazakarlığın ılımlılaşması”ndan ne anlamalıyız?
Sevinç duyulması benim de ilgimi çekti. 10 yıllık AKP iktidarının ilk yıllarında duyulan “Bunlar bizi İran’a benzetecekler”, “Şeriat gelecek” gibi korkuların hiç gerçek olmadığı, tersine bu sürecin dindar kesimde bir ılımlılaşma yarattığı söylenmek isteniyor. Hiçbir araştırmanın sonuçları açısından “gerçekten böyledir” demek mümkün değildir, her zaman hata payı vardır. Bunu bir yana bırakırsak, gerçekten bir ılımlılaşma olabilir. Yani dindar kesim mini etek giymeye, içki içmeye vs. çok daha hoşgörülü yaklaşıyordur ama örneğin Esmer’in araştırmasında bunlar çıkmıyor. Bir çelişki var!
Bu çelişkinin nedeni ne?
Araştırmaların kapsamları farklı, sorular farklı gibi yanıtlar bulabiliriz ya da her ikisinin de kendine göre doğru yanları vardır. Bir de şu var; ılımlılaşma bir kabulün sonrasında da gerçekleşebilir.
Nasıl bir kabulden söz ediyoruz?
Belki iktidarda olmanın getirdiği, gücün getirdiği bir hoşgörü olabilir diye düşünüyorum. Yani iktidarda dindar olduğunu açıkça gördüğümüz bir parti var. Yıllardan beri eşleri başörtülü olan siyasetçiler karşımızda. Dindarlığı yücelten, yükselten bir söylemleri var. Ve iktidar onların ellerinde. Dolayısıyla böyle bir kabul var.
Dindarlaşma ile tam olarak ne kastediliyor?
Dindarlaşma ile öteki dünyanın önemsenmesini anlıyoruz. Her şey burada değil, bizim öte bir dünyamız var, öte dünyamızı da kurtaracak olan din. Din, şimdi daha görünür olmakla birlikte öte dünya ile olan ilgisi açısından çok da fazla değişen bir şey yok.
Başbakan, “kimsenin yaşam tarzına, giyimine, yediğine, içtiğine müdahale etmiyoruz” diyor. Hakan Yılmaz’ın yaptığı araştırmanın bazı verileri de bunu destekler nitelikte. Ancak örneğin içkili mekanların şehir dışına çıkarılmasını, ramazanda oruç tutmama baskısını giderek daha fazla hissetmeyi nasıl açıklayacağız?
Dindar bir partinin derdi, insanların uhrevi dünyalarının gelişmesi, daha da inançlı olması değil; bu inancın toplum yaşamına taşınması. Din, eğitim sistemine girmiş durumda. Kültürel, sosyal yaşama girmiş durumda. Bunun da ötesinde hukuka girmiş olması çok ciddi bir sorun. Bir toplumda farklı hukukların uygulanabileceğini söylüyorlar. Ciddi ciddi bunu isteyenler var. Ama AKP’nin bu kadar ileri gidip gidemeyeceği soru işareti. Zaman içinde mümkün olur diyebilirsiniz. Diğer yandan mümkün değil diyebilirsiniz.
Niye mümkün olmaz?
Çünkü AKP’nin İran gibi dünyadan soyutlanmak gibi bir isteği yok. Dünyanın ekonomisiyle bütünleşmek istiyor, kendi bölgesinde lider olarak önemli bir yer kapmak istiyor ama bütün bunları yaparken biliyor ki AB’nin, ABD’nin hatta BM’nin kurallarına uymak zorunda. Bu kuralların, örneğin şeriat hukukuna hoş bakmayacağı çok açık. Türkiye’de ılımlı İslam olmasaydı, ne Erdoğan bu kadar destek alırdı, ne İslam bu kadar hoş görünebilirdi. Dolayısıyla birbirini besleyen iki sistemden söz ediyoruz. Bir yandan kapitalizm ve neoliberal politikalar İslam’a rağmen varlığını koruyor.
İslam da dünyadaki bütün bu laik veya farklı hukuklara göre kendini güçlendiriyor. Çünkü birisi bu sistemde kendini var ediyor, öbürü de bu sistem içinde kabul görerek kendini var ediyor.
HEM MODERN HEM MUHAFAZAKAR
Araştırma sonuçları, muhafazakar modernleşme kavramını yeniden gündeme getirdi. Muhafazakar modernleşme nasıl oluyor?
Bir yandan din, aile gibi sosyo kültürel yapıda muhafazakar değerlerin kabul edilmesi, bir yandan da sadece ekonomik açıdan değil kentleşme açısından, siyasal yapılanma açısından da modernleşme değerlerinin kabulü. Yani kapitalizmin ılımlı İslam’la buluşması. Kapitalizme uygun düzenlemeler sağlıyorsunuz, metropolde tesettürlü insanların bir arada yaşadığı siteler veya yalnız kadınların girdiği yüzme havuzları, plajlar yaratıyorsunuz... Böyle bir şey!
Modern muhafazakarlaşma Türkiye’ye özgü bir şey mi? Çünkü Amerikan toplumunun da hem muhafazakar, hem modern, hem de seküler bir toplum olduğu belirterek bu tabloyu “Amerikanlaşma” olarak yorumlayanlar da var.
Sosyo ekonomik koşullara, siyasete baktığımız zaman, ben de Türkiye’nin Avrupa’dan daha çok Amerika’yla benzerlik taşıdığını düşünüyorum. Başkanlık sistemi (henüz) bizde yok ama yasama ile yürütmenin büyük ölçüde tek elde toplanması gibi bir sonuç yaşıyoruz. Öte yandan zengin fakir arasındaki farklılıklar, büyük ölçüde iki partinin yarışması, siyasette patronaj partilerinin varlığı, yani nedenleri farklı ama ortaya çıkardığı tablo büyük ölçüde benzeşiyor. Mesela sosyal devlet olamıyoruz ama yardımsever devlet oluyoruz. Popülist politikalar uyguluyoruz sosyal devlet yerine. Dolayısıyla Amerikanlaşma bu anlamda denebilir ama daha dünyasal bir kavram kullanmak istersek, buna evet modernleşme ve muhafazakarlığın birleşmesi gibi bir şey diyebiliriz.
Böylece normalde yan yana gelmeyecek iki kavram, gündelik hayata girmiş oluyor!
Ama dünyamız böyle bir dünya. Postmodern toplumun saptamalarını bu nedenle doğru buluyorum. Eklektik bir yapı var her yerde. Yani liberalizmle muhafazakarlık nasıl birleşiyorsa, muhafazakarlıkla modernlik de birleşiyor.
Demokrasi ile muhafazakarlığın birleşmesi gibi mi?
İşte orada sorun var. Tamam, bu toplum böyle. Kabul edelim, edelim de... Buradan demokrasiyi nasıl çıkaracağız meselesi var. Eğer bir insan dine bu kadar ağırlık veriyorsa, bu kadar çok ailesinden başka kimseye güvenmiyorsa, şu komşusuna, bu komşusuna karşı hoşgörü düzeyi çok düşükse, böyle bir toplumda tam da bunlara dayalı olan bir demokratik yaklaşım nasıl gelişir? Mesela Esmer’in araştırmasının, “Katılımsız Demokrasi” diye bir başlığı var. “Ne kadar toplu dilekçe verdiniz ya da bir imzaya katıldınız” diye soruluyor. Oranlar inanılmaz düşük. “Toplu bir dilekçe imzaladım” diyenler sadece yüzde 10. Bir boykota katılmak yüzde 5; barışçı bir gösteriye katılmak yüzde 5; greve katılmak yüzde 3. Demokrasi sadece sandığa gitmek değil ki. Siyasetle ilgilenmek, siyaseten tepki göstermek, fikrini ortaya koymak gibi olmazsa olmaz koşulları var. Burada çok açık gördüğümüz, siyasal vatandaşlığın gelişmediği. Toplumsal vatandaşlık anlayışı belirli bir ölçüde gelişmiş ama siyasal anlamda vatandaşlık konusunda ciddi sorunlar var. Muhafazakarlık eğer siyasal vatandaşlığın gelişmesi açısından bir olumsuzluksa, -yüzde yüz değildir, başka değişkenler de vardır ama olumsuz bir değişkense- biz bu yapıdan ciddi anlamda umutsuzlanmak durumundayız.
Dolayısıyla endişelenilecekse asıl bu durumdan endişe duyulmalı?
Evet, endişelenmemiz gereken şey bu. Ben daha fazla kadın başörtülü diye endişelenmiyorum zaten. Ama böyle bir yapıdan demokrasi nereden ve nasıl çıkar diye endişeleniyorum.
SOSYAL REFAH AİLEDEN KARŞILANIYOR
Hakan Yılmaz’ın araştırmasının dikkat çekici bir yanı da, en çok muhafaza edilmek istenen toplumsal kurum sorusuna verilen yanıt. Yüzde 54.4’le aile, din veya devlet seçeneklerini geride bırakmış. Bu oran, örneğin kadına yönelik şiddetin bunca artmasıyla çelişmiyor mu?
Muhafazakar toplumun doğal bir sonucudur bu; geleneksel değerler, geleneksel kurumlar öndedir. Dolayısıyla muhafazakar toplumda ailenin çok merkezi bir rol oynaması zaten kaçınılmaz. Mesela güven konusu. En çok güvendikleri yine aile oluyor. Başkalarına güven düşük ama aileye yüksek. Bunların hepsi muhafazakar toplum olduğumuzun göstergeleri.
AKP’nin politikalarını kadına değil aileye dönük kurması, bu tabloyu daha da pekiştirdi diyebilir miyiz?
Yalnız onunla ilişkilendirmemek gerekir. Kadının adının kaldırılması evet bir eksiklik, buna Sosyal Politikalar Bakanlığı denmesi ayrı bir eksiklik. Çünkü sosyal politika dediğiniz şey eğitimi, sağlığı, çalışma hayatını kapsayan çok geniş bir politikalar bütünüdür. Bunu sosyal politikalar diye bir bakanlık yapamazsınız. Zaten birimlerine baktığınız zaman bunun sosyal hizmetler olduğunu görüyoruz.
Bakın, sosyal refah dediğimiz şey üç yerden gelir; devletten, aileden ve piyasadan. Bizim piyasa kısmımız inanılmaz eşitsiz. Devlette de bunun karşılığı yok. Dolayısıyla sosyal refahın önemli bir kısmını aileden karşılıyoruz. Böyle olunca, ailenin önemsizleşmesi mümkün değil. Ailede de esas yükü kadın çekiyor.
Kadını daha eşit, daha güçlü bir konuma getirmek için politikalar geliştirmek yerine, kadının aile içindeki konumunu güçlendirecek politikalar üretildiğini görüyoruz. Mesela çocuk için ailenin öneminden söz ediyorlar, kadının çalışmasının çocuk için yarattığı sorundan söz ediyorlar, boşanmanın önüne geçmek istiyorlar... Dolayısıyla kadın AKP için ailenin içindeki rolü nedeniyle var, bunun dışında bir kadın varlığını istemiyorlar.
SOKAKTAKİ DEMOKRASİ TOPLUMA YAYILMIŞ DEĞİL
Siyasal vatandaşlığın sokağa yansıma durumu ile Yılmaz Esmer’in araştırmasındaki “Katılımsız Demokrasi” oranlarının örtüştüğünü düşünüyor musunuz?
Türkiye’nin büyük bir kısmının sokakta olduğunu düşünüyorum. Doktorların derdi var, öğrencilerin derdi var, hayvancılığın derdi var, kentsel dönüşümün derdi var, işçilerin derdi var... Yani sokakta dile gelen bir sürü sorun var. Demek ki birçok kesimin bu toplumsal gidişten rahatsızlığı var ve bunu hükümete anlatamadıkları için sokakta dile getiriyorlar. Yani sokakta bir başka demokrasi var. Ama ne yazık ki, bu sokaktaki demokrasi henüz toplumun önemli bir kısmına yayılmış değil. Örneğin işçilerin bile 1 Mayıs’ın dışında kitlesel bir gösteri yaptığını görmüyoruz. Oysa getirilen son yasalarla ne kadar sıkıntılı olduklarını biliyoruz. Orada da hükümetin çok ciddi bir balans ayarı var. Örneğin kıdem tazminatı. AKP kıdem tazminatına ilişkin büyük tepkiler geleceğini gördü. Zamana yaydı, belirsizleştirdi. Bu ayarı yaptığı için kitleselleşme de önlenebiliyor. Ama demokratik istemler kitleselleşmedikçe Türkiye’nin siyasal demokrasisinin değişmesini beklemek çok zor.
Evrensel'i Takip Et