06 Kasım 2012 10:07

Yasaklamak yasak olacaktı her şey yasak oldu

Geçtiğimiz hafta, ölüm eşiğine dayanan açlık grevlerinin ve 29 Ekim yasaklarının yol açtığı tartışmalar, AKP’nin 10 yıllık iktidarının bir özetini sundu adeta. Zira Kürt sorunu, demokrasi, otoriterleşme, laisizm, muhafazakârlaşma, Gül-Erdoğan çatışması, basın ve ifade özgürlüğü AKP’

Yasaklamak yasak olacaktı her şey yasak oldu
Paylaş
Serpil İlgün

AKP’nin iktidardaki 10 yılını değerlendirmek üzere bir araya geldiğimiz Gazeteci Yazar Ruşen Çakır’a göre “laiklik AKP’nin zayıf karnı değil.” Türkiye’deki İslami hareketler konusunda önemli araştırmalar yapan Çakır, AKP’nin son dönemdeki temel tutumunun “yasaklamak” olduğuna işaret ediyor. Çakır’ın yanıtları, AKP’nin neden 10 yıldır iktidarda olduğunun ipuçlarını da veriyor aslında.


29 Ekim yürüyüşünün yasaklanmasının CHP’yi değil AKP’yi güçlendireceğini, AKP’nin bundan kazançlı çıkacağını yazdınız. Yasak nasıl oluyor da kazanca dönüşüyor?

Ne diyorlar, “darbeci, Ergenekoncu vs. çevreler hâlâ demokratik olmayan yollarla demokratik sürece müdahale etmek istiyor.” Yürüyüş de bunun göstergesi olarak algılatılıyor. CHP bu imkanı hükümete verdi. ‘94 yerel seçimlerinden itibaren Türkiye’de kendini “laikliğe duyarlı” diye tanımlayan kesimlerin yaptığı tüm kampanyalar, orta ve uzun vadede İslami, muhafazakâr yapıların işine yaradı. Bunun örneği AKP’nin tek başına iktidara gelmesi, 10 yıldır da bu ülkeyi yönetmesidir. Medya muhafazakâr bir çizgiye doğru koşar adım gidiyor, asker kabul etti, iş çevrelerinin büyük kısmı keza böyle, merkez sağ diye bir şey kalmadı… Ulusalcı faşist yapıların bunu yapması anlaşılır, Atatürk vs. üzerinden kendilerine bir alan açmaya çalışıyorlar. Ama CHP’nin ya da kendini sosyalist gören insanların böyle bir şey yapması, oyunu iktidar partisinin alanında oynaması demektir. Sanıyorlar ki laiklik bu hareketin en zayıf karnı. Tam tersine kendilerinin en zayıf karnı.

Laiklik AKP’nin en zayıf karnı değilse, neden yasaklıyor?

E çünkü biliyor ki, böyle bir takım şeylerle tahrik ederse, karşı taraf böyle tepkiler verecek, bu tepkilerin sonucunda da kendisi kârlı çıkacak. Yasaklıyor, çünkü her şeyi yasaklıyor. Kürtlere yasak, işçiye yasak, öğrenciye yasak, gazeteciye yasak, her şeye yasak. Yasak tutumu AKP’nin özellikle son dönemdeki temel davranışı. AKP kuruluş perspektifleriyle tamamen farklı bir noktada. Kurulurken, “yasaklamak yasak olacak” sloganıyla ortaya çıktılar. Şimdi her türlü muhalefeti yasaklamakla, sindirmekle gidiyor ve bunu yapabildiği için, açıkçası Kürt hareketi dışında bu iş herkese söktüğü için, kolayına geliyor.

“Yasaklamak yasak olacak” söyleminden” her şey yasak” tutumuna geçişin miladı neydi sizce?

Demokratikleşme perspektifi büyük ölçüde darbenin önünü kesme perspektifiymiş. Askeri darbelere, askeri vesayete karşı olmanız demokrasi için olmazsa olmaz şart. Ama yetmiyor. Onlar askeri darbenin önünü kesildiği andan itibaren artık demokratikleşmenin bir yerde durması gerektiğini, aksi bunun kendilerini zorlayacağını düşünmeye başladılar. 2007’deki 27 Nisan meselesi en büyük kritik dönüm noktasıdır. Erken seçime gidilmesi, sonra 22 Temmuz seçimlerine gidilip orda yüzde 47 oy alınması ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması ile beraber büyük ölçüde rahatladılar. Ardından Ergenekon, Balyoz vs. oldu. Askerler tutuklanmaya başlayınca ve buna karşı ciddi bir dirençle karşılaşmayınca o andan itibaren, diyelim son 2- 3 yıldır, rahatlamayla, aşırı özgüvenle birlikte demokrasinin daha fazla sürmesine gerek duymadılar. AB süreci de aynı tarihlerde durdu. Bunda Avrupa’nın da rolü var ama belli bir aşamadan sonra çok da ihtiyaç kalmadı.

O halde, “AKP’nin demokrasi diye bir derdi olmadı. Kendi önünü açmak, iktidarını güçlendirmek için demokrasi dedi” tespitine katılır mısınız? Soruların böyle sorulmasının çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Dindar kesimlerin bütün anlamıyla çoğulcu bir demokrasi savunusuna geçmesinin önü neden tıkandı, bunun önü nasıl açılabilir meselesi önemli. Eğer ülkede güçlü, doğru soruları, doğru eleştirileri yapan bir muhalefet olsaydı, AKP demokraside ısrar etmek zorunda kalırdı. Eski statüko heveslileriyle, yeni kurdukları statükoyu korumaya çalışanlar arasında bir rekabet yaşanıyor şimdi. Şu anda AKP’yi demokrasi konusunda eleştirenlerin büyük bir çoğunluğunun demokrasi diye bir derdi yok. Mesela Ankara’da gaz yiyenin, “bunu Kürtlere sıkın” dediği anda, neyin demokrasisi?

Böyle sorular anlamlı değil dediniz ama bazı aydınlar, liberal kalemler “Hayal kırıklığı yaşadık” diyor…

O onların sorunu. Ben Allaha çok şükür tarif ettiğiniz anlamda liberal değilim. Özellikle Ergenekon, Ahmet, Nedim olayında vs. AKP’nin otoriterleşme çizgisine ilk saptığı andan itibaren yapılan eleştirilerin hepsini Ergenekonculukla eşitleyenler esas onlardır. Onların entelektüel medya desteği olmasaydı, AKP bu kadar fütursuzca bu noktaya gelemezdi. “Yetmez ama evet” sloganı, Türkiye’de yakın tarihimizde duyduğum siyasi olarak en yanlış slogandı ve bunu sahiplenen insanların hepsi Türkiye’deki en entelektüel, en liberal geçinen insanlardı. Erdoğan dün neyse bugün de o. Değişen, insanların Erdoğan’a bakışı. Yani Erdoğan somut koşullara göre siyaset geliştirirken, bir takım insanlar Erdoğan’a göre siyaset geliştirmeye başladılar; sorun orda.

AKP’DEN BDP’YE GİDEN ÇOK KİŞİ OLACAK

HAS parti ve DYP’nin ardından AKP’ye yeni katılımlar olacak mı?

Olur. Kapıyı açsa çok kişi üşüşecek. Ama kendi seçmek istiyor. Öyle herkesi almaya niyeti yok. Soldan da çok insan gider. Çok kişi derken, mesela HAS partiden 100 kişinin gitmesi azdır, CHP’den 5 kişinin gitmesi çoktur. Mesela ülkücü hareketten çok insan niyetli gitmek için. Kürt hareketini kopartamaz, çünkü Kürt hareketi çok güçlü. Orada tersi olabilir; AKP’ye yakın olup BDP’ye giden çok kişi olacak.

EN BÜYÜK SORUN OTO SANSÜR

AKP’nin medya üzerindeki baskısının etkilediği isimlerden biri olarak, otoriterleşmenin medyadaki yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Basın özgürlüğü anlamında en kötü dönemini yaşıyor Türkiye. İyileşeceğe de pek benzemiyor. AKP’nin medyanın siyasete müdahalesinin kapılarını kapatmış olması çok takdire şayan. Yani geçmişte medya patronları siyaseti dizayn ediyorlardı. Bu anlamda çok iyi oldu. Ama şimdi kendileri medyayı dizayn etmeye başladı bu da çok kötü. Buradan çıkışı kolay görmüyorum. Olsa olsa sosyal medya bir kapı aralar. Şu anda oto sansür en büyük sorun. Eskiden gazeteci taraflı diye eleştirilirdi şimdi tarafsız diye eleştiriliyor. Gazetecinin sivil ve tarafsız olanı herkesten dayak yiyor. Bu çok tehlikeli!

CEMAAT HÜKÜMET KAPIŞMASININ ANA ALANI KÜRT SORUNU

Erdoğan’ın hedeflerine ulaşması, “2023 vizyonuna varabilmesi” için Kürt sorununu çözmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Dönem dönem beklenti yaratıyor, ancak bunun karşılığı yok. Son olarak açlık grevleri karşısında aldığı tutuma baktığımızda da bunu görmüyoruz. Erdoğan, ne yapmak istiyor?

Erdoğan bu sorunu çözmeden, kafasındaki hayalleri gerçekleştirmesinin imkânsız olduğunu biliyor, kabullenmek istemiyor. PKK ile Kürt sorunu iç içe geçmiş olduğu için zorlanıyor. Eğer PKK gibi bir tehdit olmasaydı, Kürt sorunun çözümüne İslami unsurları da katarak, inkardan vazgeçip kademeli bir takım düzenlemelerle, ana dilde eğitimin belki 15- 20 yılda gerçekleşeceği bir süreç yapabilirdi ama şu anda tek aktör kendisi değil. Ve Kürtlerle doğrudan ilişki kurma kapasitesi ve yeteneği giderek azalıyor. PKK’nın kitlesel desteği ise giderek artıyor. İkincisi; Kürt hareketinin dışarıdaki bir takım güçler tarafından manipüle edildiği konusunda çok güçlü inanışları var. Taşeronluk falan laflarını ederken, inanarak ediyor. Ve önünde dev bir sorun var; Abdullah Öcalan olayı. Olayın düğüm noktasının orası olduğunu onlar da biliyor. PKK meselesinde ne yapmak gerektiği konusunda çok ciddi bir kapışma da var. KCK operasyonları, Öcalan’la görüşme, PKK ile doğrudan görüşme olaylarında farklı eğilimler var ve bunlar çok sert çatışıyor. Açlık grevlerinin çözümünün Öcalan’ın üzerindeki tecridin kaldırılması olduğunu herkes biliyor. Hükümetin büyük kısmı zaten bu noktaya yakın ama devletin içindeki bir takım başka unsurlar bunu engellemek istiyor.

Çatışma Kürt sorunu dışında başka hangi alanlarda var?

Kürt meselesi ana alan. Bunu uzun zamandır söylüyordum, başka söyleyenler de vardı ama insanlar inanmıyordu, MİT krizi çıkınca, birden herkesin jetonlar teker teker düşmeye başladı. Bir savcı kalkıp hükümetin siyasi iradesini yargılamaya çalışıyor ve tam da Başbakan’ın ameliyatı zamanında. Bu, savcının şövalyeliği falan değil, yani öyle bir şey olsa, zaten savcıyı görevden aldılar, olay kapanırdı. Öyle bir şey olmadı. Demek ki devletin içinde bir odak var; MİT üzerinden devleti, PKK ile görüştüğü için cezalandırmak istiyor. Bu kavga hala bitmiş değil.

İKTİDAR KAVGASI VAR

Gülen cemaatini mi kast ediyorsunuz?

Kim olduğunun önemi yok. Bir yerden sonra bunlar bizim kanıtlayabileceğimiz şeyler değil.

Ama yazılıp çiziliyor, siz de yazıyorsunuz. İsim söyleyebilirsiniz…

Cemaatle hükümet arasında bir iktidar kavgası olduğu kesin. Bunu yeni tip iktidar savaşları olarak tanımlıyorum. İsrail’e bakışta ciddi bir farklılık var, İran konusunda yer yer ayrılıklar var. Dolayısıyla Kürt meselesi çok ciddi bir alan. En son Gülen “beş yıl önce söylediklerimiz dikkate alınsaydı böyle olmazdı” dedi. Ciddi bir kapışma var, ama en çok Kürt meselesinde var. Diğer konularda kolayca benzeşebiliyorlar. Mesela 29 Ekim meselesinde herkes CHP’ye karşı olmak konusunda birleşebilir. Ama Kürt sorununda birleşmiyor. Çok fazla yansımıyor ama açlık grevleri konusunda da aralarında fark olduğunu düşünüyorum.

Bunu biraz açar mısınız?

MİT’in içinde, hükümetin içinde bazıları Öcalan meselesinin bir şekilde çözülmesini istiyor. Hükümet görüşmeye Öcalan’ın kardeşini yollamak istedi ama PKK bunu istemiyor. PKK’nın dışında da başkaları, mesela kardeşi gidemiyor diye neredeyse bayram edecekler. Yani Öcalan’ın “tamam kardeşim, bu açlık grevi amacına ulaşmıştır, bıraksın arkadaşlar” demesini istemiyorlar. Çok ilginç bir şekilde PKK ile devlet içindeki kanatlardan birisi, yakın pozisyonlar alabiliyorlar.

Erdoğan’ın çözüm için kendisine acilen bir Kürt çözüm ortağı bulması gerektiğini yazdınız. BDP’yi muhatap almayacağını söylüyor. BDP olmayacaksa kim olacak?

Bulacak, yaratacak. Reel olarak bakarsak burada Öcalan’dır. Yani bu stratejik bir tercihtir. Bu tercihi daha önce yapar gibi yaptılar.

Açılımları mı kastediyorsunuz?

Yok, Öcalan görüşmeleri. Aslında açılımla iç içeydi onlar. Habur, Oslo süreçleri. Ama “mış” gibi yapıldı, belli bir yerden sora zaman kazanmak şu bu, iki taraf da birbirine güvenmiyor.

Konuştuğumuz bütün başlıklarda AKP değil, Erdoğan diyoruz. 4. Kongrede de tek adamlığın altını daha kalın çizdi. Bu durum kibri de beraberinde getiriyor ve örneğin Arınç’ı bile ezmekte beis görmüyor. Ne dersiniz, söylendiği gibi Erdoğan kendi sonunu kendi mi getiriyor?

Bu hareketin dört temel aktörü vardı; Erdoğan, Gül, Arınç ve Abdüllatif Şener. Şener  yanlış tercih yaptı ve yolunu ayırdı. Gül cumhurbaşkanı oldu ve partiler üstü konumu benimsemeye çalıştı. Gül’den sonra Arınç’ın etkisi azaldı. Adım adım Erdoğan güçlendi. Yani dönüm noktası 2007’dir. Erdoğan’ın tek adamlığını vs. dile getiren insanlar onun siyaseti nasıl yaptığı ile ilgili çok kafa yormuyor. Erdoğan’ı daha il başkanı olduğu günlerden bilirim, ciddi bir ekip çalışması yapıyor. Yani “yapılıyor ama sonunda o karar veriyor” değil. Birçok isim Erdoğan istemese de aday olmuştur, istediği bir takım insanlar olamamıştır. Bazılarının söylediği gibi kendi kendini yok ediyor değil. Buradaki asıl şey, kendisi çıktıktan sonra partinin nasıl yürüyeceği.

Öngörünüz ne? Kongre sonrası oluşan yönetime baktığınızda ne görüyorsunuz?

İsimleri bildiğim için olabilecek en güçlü ekibi kurduğunu düşünüyorum. Şöyle demiştim; liyakat artı sadakat dengesini kurmuş. Sorun şu: Bir, Erdoğan köşke gittikten sonra partiler üstü konumda bir cumhurbaşkanı mı olacak? İkincisi, yerine kim gelecek? Bu mesele çok karışık ve şu günden verilecek yanıtların hepsi yanlış çıkabilir. Normal şartlarda ilk akla gelen Gül’le Erdoğan’ın yer değiştirmesi. Ama Abdullah Gül çok güçlü bir başbakan olabilir ve bu Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında kendisine biçtiği işlevle tam örtüşmüyor. O zaman gerçekten bugün gazetelerde olan iki başlılığı yaşayabiliriz.

Gül’le Erdoğan arasında bir çatışma yaşanmayacağını yazdınız. Peki, Erdoğan durup dururken çift başlılık ifadesini neden ortaya attı?

Çatışma olmaz ama bu mücadele olmayacağı anlamına gelmez. Mücadele var, rekabet var, farklı görüşler var hatta bunların altını kalın kalın çizmeler var. Yani birisi kalkıyor gazetelere yasak koyuyor kongrede, diğeri kalkıyor hiçbir şekilde basın engellenemez diyor. Bunlar çok önemli farklılar. Ama buradan “birbirlerine girecekler” diye beklemek olmaz, çünkü her ikisi de birbirine muhtaç olduğunu biliyor.

Tartışmaların diğer ucunda Erdoğan’ın başkanlık hayali var. Kolay görüyor musunuz?

Çok zor. Olacağını da sanmıyorum.

Neden?

Bir kere Gül buna karşı, Arınç karşı. Kendi partisinden de çok direnç var. Öyle kolay değil sistemi birden değiştirmek. Şu daha mümkün; bu statüyle cumhurbaşkanı seçilir ondan sonra becerebilirse sistem değişikliğini köşkte koordine eder.

BÜTÜN YOLLAR TÜKETİLMEDİ

Erdoğan Kürt sorununun çözümüne ikna olmuyor dediniz biraz önce. İkna olması için ne gerekiyor?

Bir kere bazı şeyleri kabullenemiyor. Mesela ana dilde eğitim konusundan çok rahatsız oluyor. Bunun kendisinden ne götürüp, ne götürmeyeceği meselesini ayrıca hesaplıyor. Bir de şöyle bir şey var; çözüm bir süreç. Siz Öcalan’la görüşüyorsunuz diyelim, PKK ile görüşüyorsunuz, şu oluyor bu oluyor. Bu olay imzalar atılıp, silahlar bırakıldığı zaman bitmeyecek ki. Sorun burada Türkiye’nin tek parça olarak yoluna devam edip etmeyeceği meselesidir. Çözümün, ülkenin bölünme ihtimalini ortadan kaldıracağını görebilmesi lazım.

Irak’ta yakında bir Kürt devleti kurulacak. Suriye en zayıf halka, birden Kürtler öne çıktı. İran’a sıra gelecek… yani olayın bölgesel boyutu daha fazla öne çıktı. Siz artık Türkiye Kürtlerini diğerleri ile birlikte düşünmek zorundasınız. Eğer Kürtler bir tek Türkiye’de yaşıyor olsaydı, Türkiye kendi içinde buna bir modelle vs. ile belki bir şey arayabilirdi. Ama şimdi hepsini beraber düşünmek zorundasınız ve diğer taraflarda yaşanan olağanüstü gelişmelerle beraber, karşılamak zorunda olduğu talepler artıyor, Kürtlerin beklentileri artıyor. Hükümetin başta bir vererek halledebileceği şeyler, şimdi dört verse halledilmeyeceği noktalara geldi. O yüzden çok ciddi bir biçimde zorlanıyorlar.

Erdoğan’ın açlık grevindeki 700 kişi için “yiyorlar içiyorlar” ifadesini kullanması ya da “müdahale ederiz” tavrı meseleyi çözmek bir yana, daha da geriyor. Bu tavrı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu klasik bir devlet tavrı. Açlık grevi tartışmak çok zor bir şey. Bence bu açlık grevi yanlış. PKK’nın yaptığı yanlış. Dün (30 Ekim) yapılan eylem bize ne gösterdi, tüketilmemiş hala bir yığın imkân var. Bu hareket AKP’den sonra Türkiye’nin en güçlü siyasi hareketi. Yasal, yarı yasal ve illegal ayakları var. Hareketin bir grup insanı açlık grevine katılırken, bir başka grup insanı Hakkari’de özel tim amirini öldürebiliyor, kolaylıkla. Yani çok büyük gücün var. Ya da bilmem ne ilçesini basabiliyorsun saatlerce askerle çatışabiliyorsun. Bu harekete sadece cezaevindekiler veya BDP ile değil, hepsiyle birlikte baktığın zaman çok ciddi imkânları olan, çok ciddi tabanı olan bir hakaret. Açlık grevleri çaresizlik eylemleridir, bıçağın kemiğe dayandığı eylemlerdir…

Bıçak kemiğe dayanmadı mı? Bütün yollar denenmedi mi? Diyalog grupları, barış-diyalog çağrısıyla yapılmış kitlesel mitingler, barış nöbetleri…

Yok, denenmedi. Açlık grevleri tamamen hızlandırmak için yapılmış. Bu hareket zaten kendi insanları ve karşıdakilerin hayatı üzerinden 30 yılda gelmiş bir hareket. Onun için PKK’nın mantığına baktığınız zaman bu anlaşılabilir bir şey. Ama ben PKK’nın mantığına göre düşünmek zorunda değilim. Dolayısıyla burada yapılan bir bilek güreşi. İnsan hayatını ortaya koyarak devlete baskı yapıyor. “Hadi artık Öcalan konusunda kararını ver” diyor. Bu bir süreç; Öcalan zaten devletin gündeminde olan bir konu. Eğer bu eylem cezaevleri koşullarına ilişkin bir eylem olsaydı bu soğuklukta hareket edemezlerdi. Hükümet insani olanla siyasi olanın iç içe geçtiği bu olayda, insani olanı görmezden gelip ‘zaten yiyorlar’ deyip geçiştirmeye çalışıyor. Burada her iki taraf da -eylemcileri kast etmiyorum- aynı şekilde sorumludur. İmkânların tüketildiğini düşünmüyorum. Şöyle düşünün; biz geçen hafta programa Sırrı Süreyya’yı çıkardık. Yani şimdi Sırrı’nın konuşması kaç kişinin açlık grevi yapmasından daha etkilidir. Tüketilmedi derken bunu diyorum.

Evet, ama çıkarılmıyorlar ki televizyonlara. Sırrı Süreyya bunu delebilen neredeyse tek isim. Ahmet Türk’ü bile ne zamandır görmüyoruz ya da diğer isimleri…

Ama bunları zorlamak daha kolay, daha rasyonel. Böyle alanları zorlamak varken, insanların hayatıyla bunu yapmaya çalışmak… Sorun bu. Bu hareketin mecliste gurubu var, tamam içerde çok insan var ama yine de hareketin kendisini sorgulaması lazım. Açlık grevleri medyada niye fazla yer bulmuyor meselesi. Tabi ki hükümet korkusu var ama PKK’nin vs.nin hiç mi sorumluluğu yok. Yani bunları sorgulamadan, herkesin sadece karşı tarafı suçlayarak, yani benim gibi ortada olmaya çalışan, açlık grevinin kendisini değil ama grevcilere sahip çıkmaya çalışarak… Mesela ne talep ediliyor? Anadilde savunma, bu zaten tartışılıyor. Eğitim, zaten tartışılıyor. Öcalan, zaten tartışılıyor.

Ancak “Anadilde eğitim söz konusu olmaz” diyor Erdoğan. Sonra Uludere mesela… Erdoğan’ın kırıcı ve sert üslubunu bırakması bile bir sürü şeyi değiştirmez mi?

Bunlar Türkiye’nin çok köklü sorunları. Bunlar siyasi süreçlerle, siyasi mücadelelerle yol alınan meseleler. Ve bunlar zaten tartışılıyor. Öcalan’la dün görüşülüyordu, bugün görüşülmüyor, yarın yine görüşülür. Hatta bildiğim kadarıyla şu an bir takım görüşmeler de var. Şimdi böyle bir süreçte insan hayatı gibi bir şeyi ortaya koyan hareket, aynı zamanda şiddet eylemlerini sürdürüyorsa orada sorun var demektir, benim söylemeye çalıştığım şey bu. Bu hareket eli kolu bağlanmış, hiçbir gücü olmayan bir hareket değil ki. Buradaki sorun hükümetle PKK arasındaki bile güreşinde. Herkes her türlü yöntemi kullanmayı kendine mubah görüyor. Ve bizlerden de kendi pozisyonlarının kayıtsız şartsız yanında olmamızı istiyorlar. Böyle bir zorunluluğumuz yok. Her iki tarafa da eleştirel bakmamız lazım.

AKP’Yİ TEHDİT EDEN TEK HAREKET KÜRT HAREKETİ

AKP karşısında muhalefet yok diyorsunuz ancak, işçiler, emekçiler, doktorlar, çevreciler, öğrenciler, kadınlar giderek daha sık sokağa çıkıyorlar. Bu durum AKP’yi sıkıştırmıyor mu?

Sanmıyorum, küçük küçük direniş yerleri, muhalefet odakları olabilir ama bütününe baktığınız zaman AKP’ye yönelik tek bir tehdit var; Kürt hareketi, PKK. Onun dışında hiçbir tehdit yok. Suriye meselesine bulaşarak kendi başlarına bir bela açtılar o ayrı. Yani bölgede kendi hırslarıyla yarattıkları bir takım sorunları saymazsak AKP’yi şu anda tehdit eden, AKP’yi istikrarsızlaştıracak tek hareket Kürt hareketi. Ama orda da şöyle bir sorun var. Bu hareketin iktidar iddiası yok. Olamaz da. Yani belli bir nüfusun üstünde yükseldiği için tüm Türkiye’nin iktidarına sahip olmaz, onun için de demokratik özerklik deyip, Kürtlerin iktidarına talip oluyor.

PARTİ HALA BİR DAVA OLARAK GÖRÜLÜYOR

Konuştuğumuz meseleler,, daha da otoriterleşme vs, yorgunluğun bir emaresi olarak değerlendiriliyor. Ama siz AKP’de yorgunluk değil, coşku gözlemliyorsunuz. AKP’nin 10 yılının en önemli sırlarından biri de profesyonelleşmeyi bırakmamaları mı?

Evet, her adımı, her konuşmayı, her şeyi çok önemsiyorlar. Yani onların gösterdiği profesyonellikle CHP’nin MHP’nin gösterdiği profesyonellik arasında dağlar kadar fark var. Tayip Erdoğan bir yerden bir yere giderken kaç kişiyle gidiyor, o kişilerin her birinin bir fonksiyonu var. Çok miting izledim, hepsine de kendi imkânlarımla gittim, hiç uçağına vs. binmedim. Öyle olunca da aşağıdaki hareketliliği görebiliyorsunuz. Ekibindeki çok insanı da tanırım, kimin ne iş yaptığını da bilirim. Hepsinden çok verim alıyor, alamadığında da kenara çekiyor, yerine başkasını koyuyor. Acayip bir dinamizm var. Hala birçok insan bunu bir dava olarak görüyor, imanla yapıyor.

TÜRBANLI KADINLARA SEÇİLME HAKKI GELECEK

Başörtüsü konusu AKP iktidarının ilk yıllarından beri çeşitli vesilelerle gündeme getirildi. Öte yandan Erdoğan, türban yasağını kaldırmadı. Bunun için mücadele eden kadınlar, Erdoğan’ın başörtülü kadınların oylarını rehin tuttuğunu söylüyor...

Sanmıyorum, zaten çözülmemiş ne kaldı ki? Devlet memurluğu falan…

Bir de seçilme konusu var ve bu yüzden dindar kadınlar son seçimde Erdoğan’ı çok eleştirdi...

E n’oldu, “başörtüsü yoksa oy yok” dediler ama verdiler.

Bu durumda rehin tutma meselesi doğrulanmıyor mu?

Yok, şöyle bir şey var. Erdoğan özellikle kendi tabanından gelen bir takım şeylerde kendisine gündem dayatılmasından hoşlanmıyor. Bunlara kendisi karar veriyor. Zamanlamasına falan kendisi karar veriyor. Mesela 2004’tü sanırım, insanlar başörtüsü diye slogan attığı zaman hiç cevap vermiyordu, ama imam hatiplere sahip çıkıyordu. Kendi kafasında imam hatipler daha kolay çözülecek bir sorundu. Ötekisi asker masker vs. adım adım yapılıyor. Ama daha da fazlası bence olacak. Kendi koyacak o sınırı.

Daha fazlası derken?

Seçilme hakkı gelecek ama çok sayıda aday göstermeyecek. Belediye başkanı olabilir. Öyle olacak yani. İlköğrenimde başörtüsü sorunu var, orda Hizbullah falan bir takım kışkırtmalar yapıyor şu anda. Ama onların önünde duruyorlar. Bence onu yapmazlar. Kadın polisler başörtüsü takabilecek mi, yargıç savcı öğretmen falan oralarda sorun çıkacağını düşünüyorum ama tartışmalar da başladı bir şekilde. O tartışmaların evrimine göre olabilir.


RUŞEN ÇAKIR

GAZETECİLİĞE 1985 yılında Nokta dergisinde başladı. Sırasıyla Tempo, Cumhuriyet, Milliyet, CNN Türk ve NTV’de çalıştı. Halen Vatan gazetesinde yazıyor. Türkiye’deki İslami hareketler ve siyasi dönüşüme ilişkin birçok kitap kaleme aldı. Ayet ve Slogan (1990); Direniş ve İtaat (2000);  Derin Hizbullah (2001); Nereye Gitti Bu Ülkücüler (2003); Türkiye’nin Kürt Sorunu (2004) “Mahalle Baskısı” Prof. Dr. Şerif Mardin’in Tezlerinden Hareketle Türkiye’de İslam, Cumhuriyet, Laiklik ve Demokrasi (2008).

ÖNCEKİ HABER

Bakandan itiraf: Taşeronu kaldırmak istemiyoruz

SONRAKİ HABER

‘Adalet ekmek, su kadar önemlidir’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...