25 Şubat 2013 05:33

Bu manzara örgütlendi ve Türkiye’nin görmesi istendi

Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) Karadeniz gezisi, Sinop ve Samsun’da yaşanan saldırı ve linç girişimleri nedeniyle tamamlanamadı. Irkçı ve milliyetçi gösteriler Türkiye gündeminin ilk sıralarında yer alsa da, tartışmalar saldırıların arka planından çok HDK heyetinin amacına yöneldi. Peki, Sinop ve Samsun’d

Bu manzara örgütlendi ve Türkiye’nin görmesi istendi
Paylaş
Serpil İlgün

AKP’nin de içinde olduğu devletçi, inkârcı ve savaşçı politikaların, Sinop ve Samsun’da yaşanan provokasyonlara zemin hazırladığını belirten Tüzel, “Karşımıza kışkırtılmış bir grubun çıkartılmasının arkasında Karadeniz’in özgünlüğünü aramamak lazım. Çünkü aynı tablo çok kolaylıkla başka bir yerde de olabilir, iş ki istensin” diyor. Cumartesi günü ikincisi gerçekleştirilen İmralı görüşmelerine de değinen Tüzel, “Kim gidecek?​”, “Ne konuşuldu?​” diye izleyen pozisyondan çıkılması, gerçek bir barışın kurulması için geniş bir cephede mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor.

Karadeniz ziyaretiniz başlamadan önce yerel gazetelerdeki kimi provokatif haberlerden, dağıtılan bildirilerden haberdar olmuştunuz. İşin linç girişimlerine kadar varacağını düşünmüş müydünüz?

Tabii ki protesto adı altında bir takım provokatif saldırgan gösterici grupların olabileceğini ön gördük. Zaten söylediğiniz gibi bir hafta, on gün öncesinde başlayan yayınlar, dağıtılan bildiriler, yerel gazetelerde ülkücü, milliyetçi kurumların yöneticilerinin, belediye başkanlarının verdiği demeçler bunu işaret ediyordu. Ama ondan öncesinde şu var, HDK seçimlerden bu yana yani yaklaşık iki yıldır Türkiye’nin her yanında örgütlenme çalışması içinde. Dolayısıyla Ege’de, Trakya’da veya başkaca Anadolu kentlerinde olduğu gibi, Karadeniz’de de bileşenlerimiz, meclislerimiz var. Dolayısıyla Karadeniz gezimizle amacımız sadece HDK’nin barış kampanyasını anlatmak değil, emekçilere dönük saldırıların, çay, fındık üreticilerinin sorunlarının, kurulmak istenen termik santrallerin, iş cinayetlerinin, kentsel dönüşümün yani HDK’nin gündemindeki birçok konunun da hem görülmesini, hem de HDK’nın ne yapmak istediğinin anlaşılmasını sağlamaktı.

Sermaye basınında olaylar değerlendirilirken gezinizin amacı değil zamanlaması öne çıkarıldı, hatta “gergin havayı dikkate almadılar” gibi bir yaklaşım sergilendi. Öncelikle “uygun zaman değildi” yorumuna yanıtınız ne?

Evet, zamanlama meselesi çok çekiştiriliyor. Amacımızı, iyi şeyler yapmayı düşündüğümüzü savunanlar dahi, işte “biraz daha bekleseydiniz, barış süreci biraz daha yol alsaydı” ya da “AKP’nin Kürt vekilleri önce gitseydi” gibi yaklaşımlarda bulundu. Karadeniz gezimiz iki ay öncesinden belirlenmişti. Ama daha da önemlisi, hükümet ya da başkaca siyasi aktörlerin programları doğrultusunda hareket edecek değiliz. Bizim bağımsız bir çalışmamız var ve biz barış olacaksa AKP’ye rağmen olacak, halkın bu meseleyi sahiplenmesiyle olacak demişiz. Dolayısıyla, konuşulacaksa bu dönemde konuşmak en doğrusuydu. Bir diğer nokta, gezimiz “BDP’nin Karadeniz yürüyüşü” diye işlendi. BDP de bunu yapabilir elbette ancak bu BDP’nin de bileşeni olduğu daha büyük, daha geniş bir örgütlenme olan HDK’nin bir çalışmasıydı. Karadeniz, ülkemizdeki savaşın sonuçlarını ağır yaşayan ve üzerinde en çok tahrip edici propaganda ve siyaset yürütülmüş bir bölge. Ancak bizim karşımıza kışkırtılmış bir grubun çıkartılmasının, bunun tertiplenmesinin arkasında Karadeniz’in özgünlüğünü aramamak lazım. Çünkü aynı tablo çok kolaylıkla başka bir yerde de olabilir. İş ki bu istensin!

Gezi başlamadan veya ilk durağınız olan Çorum’dayken Sinop valisi veya emniyetinden “gelmeyin” gibi bir uyarı/telkin oldu mu?

Hayır, öyle bir şey olmadı. Aksine Sinop Valisi ile telefon görüşmemizde “ben burada olamayacağım kusura bakmayın ama her türlü tedbir alınmıştır” gibi bir konuşma yaptık. Kaldı ki gezimizin bütünü açısından İçişleri Bakanlığı, gerekli tedbirlerin alınması için gezi duraklarındaki emniyet müdürlüklerine yazı gönderdi. Bunu Bakan da bizzat söylemişti.

Ancak bu olmadı?

Olmadı. Biz şöyle diyorduk, “devlet istemediği sürece bir provokasyon olmaz.” Nihayetinde dediğimiz de çıktı. Yani Sinop’ta da, Samsun’da da, ama belki Samsun’la Sinop’u şu açıdan ayırmak gerekiyor. Samsun’da, Sinop’takine benzer bir tablo yaşanmaması, dolayısıyla hükümete yönelik suçlamaların önüne geçmek için daha tedbirli davranıldı. Ama orada da provokatif güruhun yaptığı saldırganlık var tabii. Sonuç olarak, her iki şehirde de ırkçı provokasyonlar daha başından engellenebilir, daha başından dağıtılabilirdi. Ancak bu yapılmadığı gibi, “yapmayın etmeyin çocuklar”ın ötesinde bir şey olmadı. Zamanında AKP, CHP, MHP gibi partilerde yöneticilik yapmış şahsiyetler de o gençlerin içerisinde, onlara yön veriyorlardı. İçlerinden birinin şöyle bir konuşma yaptığı söyleniyor; “Siz sakin olun, akşam buradan polis çekilecek, bunlar bize teslim edilecek.” Böylesi bir atmosferde geçen bir 8-9 saat...

Görüşüldü ama İçişleri Bakanlığı zaten her şeyden haberdardı. Bu manzara örgütlendi diye düşünüyorum. Yani bu bize yaşatılmak istendi ve bu manzarayı Türkiye’nin görmesi istendi. Burada kontrollü bir provokasyon tertip edildi.

Ama kontrol edilemeyebilirdi, böyle bir ihtimal de vardı…

Evet, böyle bir ihtimal de vardı.

Sonuç olarak Sinop’taki manzara sizi geziyi sürdürmekten alıkoymadı ve Samsun’a gitme kararını verdiniz. Neden devam etmek istediniz?

Devam ettik çünkü gezimize o aşamada son vermek, arkadaşlarımızın bundan sonra sürdürecekleri çalışmalar açısından bu çeteci gruplara, faşist çevrelere prim vermek anlamına gelecekti. Bu nedenle Samsun’a gitmeliyiz ve Samsun’daki gelişmeleri izledikten sonra karar vermeliyiz dedik. Ve Samsun’a zırhlı araçlar içinde getirildik. Ki içinde bulunduğumuz zırhlı araçlar da taşlandı. Yani bu yaşatılmak istendi bize. Sonuç olarak Samsun’da da sabah saatlerinden, bizim ayrıldığımız akşam saatlerine kadar aynı manzara devam etti. Biz de bir değerlendirme yaparak, gezimizi ertelemeye karar verdik.

Erteleme kararınız için “geri adım attılar” değerlendirmeleri yapıldı. Erteleme bir geri adım mıdır?

Kesinlikle değildir. Erteleme kararını aldık, çünkü provokasyonlar nedeniyle Samsun’da ziyaret etmeyi istediğimiz yerlere gidemedik. Bu gösterici gruplar, onların oluşturduğu barikat ve polis gölgesinde bu çalışmanın yapılmasının mümkün olmayacağını gördük. Şehirde yaratılan ve ucu açık bırakılan ortam nedeniyle programımızı hayata geçirmemiz mümkün olmadı. Samsun’dan sonraki durak Trabzon’du. Oradan gelen haberler de benzer hazırlıkların olduğu şeklindeydi. Bu şekilde devam etmenin, gezimizin amacını gerçekleştirmeye izin vermeyeceğini görerek ziyaretimizi erteledik. Yani, bu geziden vazgeçilmiş değil. Tek bekletici neden şu olabilir; Sinop ve Samsun’da olan bitenin aydınlatılması, provokasyonu tezgâhlayanların Türkiye kamuoyu tarafından daha net görülmesinin sağlanması. Bu yapıldığında böyle kışkırtmalar içinde olan ya da buna göz yuman güçler bunu tertipleyecek bir desteği bulamayacaktır.


AKP GEZİMİZİ SİYASİ RANTA DÖNÜŞTÜRMEK İSTEDİ

Hükümet de provokasyon girişimlerinden haberdardı şüphesiz ama engellemedi. Neden?

Hükümet bu süreci tümüyle kendi kontrolünde yürütmek istiyor. Barış ve demokrasinin asıl talepkarı olan halk güçlerinin bu süreçte belirleyici olmasını istemiyor. Gezimiz de bu çerçevede bir siyasi ranta dönüştürülmek istendi. AKP hükümeti, CHP, MHP gibi sürece açıktan muhalefet eden güçlere karşı da bir söylem üretmeye fırsat buldu. Ama aynı politika Sinop ve Samsun’daki AKP’li yöneticiler tarafından da yürütülüyordu. Sonuç itibariyle bu ırkçı, milliyetçi, Türkçü, faşist söylem ve organizasyonlar AKP’nin de içinde olduğu devletçi, inkârcı ve savaşçı politikaların eseriydi. Bugün bu politikanın yürütücüleri de, adı ister derin devlet olsun, ister gladyo veya özel harp olsun bu yapı, geziyi kullanarak bu gençleri motive ve organize etme kabiliyeti gösterdi. Ve bu tablo, bugünkü siyasi iktidarın izlediği politika ve söylemlerden bağımsız değil. Bizatihi onun eseri. Aynı politika Kılıçdaroğlu ve Bahçeli tarafından da sürdürülmekte. Dolayısıyla bugün bu tablonun oluşmasında sorumlulukları ortak.

Erdoğan’ın grup toplantısındaki ifadeleri, “Başbakan BDP’li vekillere sahip çıktı” şeklinde yorumlandı. Oysa Başbakan “BDP’li bile olsalar” diyerek genel değersizleştirme dilini korudu. Bu dil, Sinop ve Samsun’daki gibi kalkışmaları cesaretlendirmiş hatta meşrulaştırmış olmuyor mu?

Kesinlikle. BDP’yi düşmanlaştırıcı bir tutumla “terörün uzantısı”, “meclisteki temsilcisi” gibi söylemleri olan Başbakan’ın o gencin davranışını yadırgamaması lazım.


İçişleri Bakanı Muammer Güler bir gazeteye verdiği demeçte “İncelemelerimize göre büyük bir ihmal görünmüyor. BDP’li milletvekillerine, Türkiye’nin genel psikolojisine yaklaşımda daha sağduyulu bir tutum sergilemelerini tavsiye ediyorum” dedi… İçişleri Bakanı müfettiş görevlendirdiğini falan söylüyor ama meseleye siyasi boyutlarıyla, sonuçlarıyla ve nedenleriyle değil, savuşturma mantığıyla polisiye olay muamelesiyle yaklaşıyor.

İnceleme sonucunu beklemeden, “ihmal görünmüyor” demesini nasıl yorumluyorsunuz?

Dört milletvekili ve beraberindeki heyetin can güvenliklerinin nasıl bir ortamda tehdit edildiği görülmesin isteniyor. Bu karşısındakinin düşüncesine saygı gösterme kültürüyle veya protesto etme hakkıyla da açıklanabilir değil. Bu işler nasıl tezgâhlandı, kimin rolü vardı, kimler çekip çevirdi? Bunun polisiye yönüyle bile açığa çıkarılması önemlidir. Ama bu yapılır mı dersiniz, zannetmiyorum.

İdris Naim Şahin’in İçişleri Bakanlığı’ndan alınması Başbakan’ın iyi niyetinin bir göstergesi olarak sunuldu. Muammer Güler’in Karadeniz’de yaşanan olaylar karşısındaki tutumuna bakarak, “Şahin gitti ama fikri Bakanlıkta” diyebilir miyiz?

İdris Naim Şahin’in nev-i şahsına münhasır özellikleri olsa da sonuç olarak bir siyasi düşüncenin oradaki görevlisiydi. Ortada bir devlet aklı var, bu devlet aklı İdris Naim’i nasıl yetiştiriyorsa, Muammer Güler’i de öyle yetiştiriyor. Dolayısıyla kişilerin karakterlerinden, bağımsız olarak devlet aklı devrede. Bakan değiştirmek, Karadenizli veya Mardinli birisini bakan yapmak, İçişleri Bakanlığı’nın işlevini, o baskıcı despotik yapısını değiştirmiyor. Muammer Güler de değiştirmeyecek.


SÜRECE SEYİRCİ DEĞİL MÜDAHİL OLMALIYIZ

PKK lideri Abdullah Öcalan’la 4 Ocaktan bu yana yapılamayan ikinci görüşme, söyleşimiz yayınlandığında gerçekleşmiş olacak. Sürecin bundan sonraki seyrine ilişkin ne söylersiniz?

Görüşmeler, çatışmaların durmasını sağlaması açısından önemli elbette ama “Kim gidecek?​”, “Ne konuşuldu?​” gibi bir bekleyen, dinleyen, bir seyircilik durumu olmaması lazım. Öcalan’ın ne söyleyeceği bilinmez şeyler değil. Üç tane protokol var ortada. 14 Temmuz 2011’de Başbakan tarafından reddedilmiş protokoller var. Burada işin gelip bağlandığı nokta bence şu; barış süreci, sadece hükümetin niyetine bırakılmamalıdır. Demokrasiye, eşit haklara, kardeşliğe, ortak yaşama ihtiyaç duyan halk güçleri olarak, geniş bir cepheden mücadeleyi sürdürmemiz gerekiyor. Yani, bir taraftan hak talep eden kesimleri en aza razı etmek ve onları yenmek saikiyle hareket eden bir siyasi iktidarla; diğer yandan provokatif çeteleri besleyen ve “bölünmeyelim” adına “savaşalım, vuralım kıralım, yakalım” diyen milliyetçi şoven güçlerle mücadeleyi sürdürmemiz gerekiyor. Şöylesi yaklaşımlar da oluyor, “ölü gözünden yaş mı bekliyoruz?​” Böyle değil. Siyasette hiçbir şey durduğu şekilde gelişmiyor. Yani AKP’nin yenmek, tasfiye etmek, en aza razı etmek, diktatörlüğü güçlendirmek gibi niyetlerini, onun karşısında mücadele eden güçlerin terse çevirmesi mümkün ve biz böyle bir işlevle meseleye yaklaşmak zorundayız.

Demokrasi güçlerinin barışın kurulmasındaki rolü önemli ama bu rol karşılığını buluyor mu?

Karşılığını tam olarak bulduğu söylenemez. Evet, toplumda genel olarak güçlü bir barış isteği var. Ama bunun siyasi arenada örgütlü ve mücadeleci bir hak arayışı olarak hükümetin karşısına çıkartılması zayıf. Hükümetin gerçek anlamıyla sorunu çözüme dönüştürecek bir yaklaşım içerisinde olmayışı, bunu bir siyasi istismar konusu, bir seçim üstünlüğü meselesi olarak ve halkı etkileme, kendi yanına çekme, yedekleme, Kürt hareketini ve onlarla birlikte hareket edenlerin birliğini bozma gibi siyasallarla ele alması, bu sürecin zorluklarından biri. Bir diğer zorluk, asıl üretici gücü olan işçi ve emekçi sınıfların örgütlü güçlerinin, başta sendikalar olmak üzere onların bu konudaki tutumlarındaki gerilikler, sürecin işçi sınıfından mücadeleci ve müdahale eden bir destek görmeyişi. Yoksa herkes gençler ölmesin, bu sorun çözülsün ister. Ama bunu böyle demiş olmak değiştirici ve yeniden düzenleyici bir rol oynamıyor.


LEVENT TÜZEL

AVUKAT; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Serbest avukat olarak çalıştı. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyeliği ve Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şube Başkanlığı yaptı. 1996 yılında kurulan Emek Partisi’nin kurucu Genel Başkanı oldu ve 2011 yılına kadar EMEP Genel Başkanlığı görevini yürüttü. 2011’de İstanbul’dan milletvekili olarak seçildi.

ÖNCEKİ HABER

Bu zam hasta eder

SONRAKİ HABER

Avrupa resesyonu 2013’te de sürecek

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa