01 Mart 2013 07:09

Yaşamı hatırlayarak anlıyoruz

İhtiyar bir yazar zihninin kötü oyunlarından biriyle, 'unutmakla' bir savaş içinde Murat Gülsoy’un yeni romanı Nisyan’da.Bilinci her geçen gün farklı bir şeyi anımsatıyor ya da kaybediyor. Aklına gelenleri, hatıralarını küçük not kağıtlarına yazarak bu savaşta hayatta kalmaya çalışıyor.Kit

Yaşamı hatırlayarak anlıyoruz
Paylaş
Sevda Aydın

Bilinci her geçen gün farklı bir şeyi anımsatıyor ya da kaybediyor. Aklına gelenleri, hatıralarını küçük not kağıtlarına yazarak bu savaşta hayatta kalmaya çalışıyor.

Kitap, her bölümü farklı bir anı anlatan kısa paragraflarla ilerliyor. Anıların arasından kimi zaman bir aşk beliriyor, kimi zaman yaşını bile unuttuğu oğlu. Kim bilir ne zamandır yazarın evinde olan kırmızı bir berjerin altında geçen vakitlerden bir parça okuyoruz bazen, bazen de bir telefon konuşmasını. Gerçeğin bir görünüp bir bulanıklaşması gibi…

Ölüme yaklaşmış bir yazarın yazdığı bir roman Nisyan. Gülsoy, yazarın anılarını, aklından geçenleri parçalarla anlatıyor. Murat Gülsoy’un yazılarında insan zihni güçlü bir yere sahip. Bunu en iyi şu sözü anlatıyor; ‘yaşamı hatırlayarak anlıyoruz.’

Yaşam ve ölüm arasında oluşan belleğe odaklanan bir roman Nisyan. Bu kavramları sizin yazılarınızda sıklıkla görüyoruz. Kaleminizi bunlarla ilişkilendiren nedir tam olarak?

Başından beri bellekle ve zihinsel süreçlerle ilgiliydim. Ben edebiyata bu kapıdan girdim diyebilirim. Yaşam dediğimiz dinamik bir bellekle anlaşılır oluyor. Yaşamı hatırlayarak anlıyoruz. Ölümse apayrı bir konu. İnsan zihninin asla kabullenemediği bir durum. Yokluğun ezici gücü karşısında insan yaşama sarılarak direnmek istiyor ama bu bir uçuruma yuvarlanırken zayıf bir dala tutunmak gibi ne yazık ki. Zaman aleyhimize çalışıyor, gücümüz önce yavaş daha sonra hızla azalıyor ve o boşluğa yuvarlanıyoruz. Ölüm insanın en temel sorunlarından biri...

Belleğini kaybetmekte olan ihtiyar bir yazarın son yaptığı şey yine yazmak oluyor. Roman kişisi yazar unutmamak için mi yazıyor? Yoksa  yaşamak için mi?

Yapmayı bildiği tek şey yazmak. En iyi yaptığı, hayatı boyunca yaptığı... Dolayısıyla, kağıt, kalem, mürekkep, sözcükler, notlar, yazının kendisi kahramanım için bizim için olduğundan çok daha yaşamsal anlamlar taşıyor. Unutmamak için yazıyor diyemem. Yaşamak için yazıyor. Eskiden kadim uygarlıklarda hükümdarlar en büyük eserlerini bitirdikten sonra öleceklerine inanırlarmış. O yüzden de hep çok uzun süren, kimi zaman da bitmeyen büyük mimari projelere girişirlermiş. Eser gün be gün yaratıldıkça yaşamın süreceğine dair naif bir inanç. Biraz ona benziyor durumu. Roman kişisinin gözünden okuyoruz her şeyi.

Yaşanmışlıkları hatırlatan pek çok şey de  imgelere dönüşüyor romanda. Gerçeklik ve kurmacada bu ögelerin dönüşümü okurda farklı derinlikli bir okumaya yol açıyor…

Aslında yaptığım imgeler yaratmak değildi. Yapmaya çalıştığım, daha doğrusu kahramanımın yaptığı şey, deneyimini, algılarını sözcüklere dökmekti. Yani o anda duyduğu sesleri, anlam veremediği gürültüleri, bulanık görüntüleri, bedensel acılarını, korkularını tarif etmek için aklına ilk gelenleri yazıyordu. Tek amacı deneyimi betimlemekti. "Ama iyi bir betimleme kendiliğinden simgesel bir anlatıma dönüşür" diyor John Gardner Kurmaca Sanatı adlı kitabında. Dolayısıyla derinliği yaratan şey yazarın anlattığı dünyaya sadakatidir. Yani ben Nisyan’da elimden geldiğince o kahramanın dünyasına hizmet ettim, onun yerine geçip, o olarak deneyimleyip yazmaya çalıştım.

YARATICI YAZARLIK  BİR SANAT EĞİTİMİDİR

Yaratıcı yazarlık dersleri veriyorsunuz uzun zamandır. Bu atölye çalışmalarını eleştirenler de var. Siz ne düşünüyorsunuz bu eleştiriler hakkında?

Bu konu hakkında yanıtladığım soruşturma sayısını hatırlamıyorum. Gerçekten de çok tartışılıyor. Milli Eğitim bu kadar tartışılmıyor neredeyse... Sanırım bunun nedeni henüz üniversitelerde bu konuda bir bölüm olmaması. Örneğin Güzel Sanatlar Fakülteleri var, buradan mezun olan herkes Picasso ya da Nuri İyem oluyor mu diye sorgulanmıyor. “İnsanda yetenek varsa ressam olur, gerisi boş” denmiyor Kurmaca yazmak bir sanattır ve Yaratıcı Yazarlık da bir sanat eğitimidir. Hevesi, arzusu olan bu eğitimi alır, sebat ederse yazar olabilir. Elbette bir garantisi yok. İnsanlar doğuştan gelen ya da allah vergisi olana inanmayı tercih ediyorlar; ben emekten yana olmalarını öneririm. Önerim insanları eğitim kavramından soğutmak yerine eğitimin niteliğini sorgulamaya yöneltmektir. Ben Yaratıcı Yazarlık eğitiminde anlattıklarımı yayınladım kitap olarak, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık. İnsanlar ne yaptığımı o kitabı okuyup eleştirebilir. Yeni anlatım biçimlerini aramak için önce mevcut olanı bilmek gerekiyor. Jale Parla bir kitabında “Tüm büyük romanlar kendinden önceki geleneğe başkaldırıdır” diyor. Başkaldırabilmek için neye başkaldırdığınızı bilmeniz gerekir. Yazarlık insanın içebakışını ve empati duygusunu geliştirir. Dolayısıyla insanın ille de kitap yayımlamak için yazması gerekmez.

Sanatın piyasalaşması üzerine son dönemlerde önemli tartışmalar yaşanıyor. Eleştirmenler tepki gösteriyor. Eleştirinin varlığı tartışılıyor. Bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz? Bir yazar olarak Türkiye’deki eleştiri ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Geçmiş ile bugünün sanat/edebiyat ortamı arasında ciddi bir fark var, o da piyasanın ana akım edebiyatı belirler hale gelmesidir. Eskiden yazar olmanın yolu edebiyat ve sanat dergilerinde yazılarınızın yayımlanmasından, saygın yazarların sizin hakkınızda eleştiri yazmasından, edebiyat ödüllerinden, edebiyat çevrelerine girmekten geçiyordu. 90'lardan sonra dünya başka bir faza geçti. Gelinen noktada popüler kültürün egemenliği altında yaşamaya başladık. Şimdi edebiyat eleştirmenleri, dergiler, nitelikli yayınevleri, edebiyat ödülleri yok mu? Var, hem de eskisinden daha çok var. Ama ana akım medyanın kitap ekleri, televizyon programları ana akım edebiyatı belirliyor. Bu da elbette piyasa edebiyatı denilen büyük bir sektörü doğurdu. Bunlar gelişmenin olumsuz yanlarıydı. Ama şimdi bir de öteki yanından bakalım: Piyasa eski otorite sahiplerinin gücünü elinden aldığı için yeni yazar adayının önünde daha büyük bir özgürlük alanı var. Eskisi gibi edebiyatta belirleyici olan birkaç eleştirmenin ağzının içine bakmak zorunda değil. Ya da okurlara ulaşmak için onların kapısında beklemek zorunda değil. Unutmayalım ki edebiyat otoriteleri bir noktadan sonra muhafazakarlaşır. Oğuz Atay ilk çıktığında o dönemin eleştirmenleri yerden yere vurmuşlardı. Şimdi edebiyat eleştirmenlerinin böyle bir belirleyici konumu yok. Bu yaratıcı yazara bir özgürlük alanı açıyor ama piyasanın yüzeyselliği içinde kaybolup gitme tehlikesi sizi bekliyor.


YÜZLEŞME KAÇINILMAZ HALE GELMİŞTİ

Kitabınızın ismini duyunca 'hafızayı beşer nisyanla malüldür' sözü gelmişti aklıma. Tüm unutturma çabalarına rağmen bir müzakere sürecine girdi Kürt sorunu. Bu süreci nasıl izliyorsunuz?

Yüzleşme artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Sadece Kürt meselesiyle değil, cumhuriyet tarihiyle yüzleşilmesi gerekir. Son derece kozmopolit bir coğrafyadan elimizde kısırlaşmış, yüzeyselleşmiş, asker grisi bir kültür kaldı. Bu sistematik bir devlet politikasının sonucuydu. Dolayısıyla bugün bu konuların konuşuluyor olmasını, yeni bir anayasa yapılırken devletin bu temel politikalarının sorgulanıyor olmasını olumlu buluyorum. Ancak yerine dini motiflerle desteklenmiş otoriter bir rejim getirmek isteyenlere de karşı çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Yeni bir anlayışı herkesin içine sindirmesi gerekiyor: İnsanların etnisite, din, dil, felsefi düşünce ve cinsiyet açısından eşitliğinin garanti altına alındığı, insanların birbirlerine cemaat ya da milliyet kavramları üzerinden değil, eşit vatandaşlık kavramı üzerinden bağlı olduğu bir toplumsal düzenin kurulması.


KAYTARMAMAK İÇİN ROMANIMI HER GÜN BLOG'TA PAYLAŞTIM

Çok farklı bir yazım süreci yaşamış Nisyan. Tıpkı romanda sarı kağıtlara parça parça yazıldığı gibi siz de her gün bir sayfasını yazıp web sitenizden yayınladınız. Buna karar vermenizdeki etken neydi?

Bu kendime verdiğim sözü tutmak için başvurduğum bir yoldu. Her gün defterime de yazabilirdim ama bazen gündelik hayat araya girebiliyor; o zaman da kaytarabilirim diye düşünerek blog’da gün be gün yazdım. Başladığımı herkes görsün, gördüğünü bileyim ve bu şekilde yazmaya mecbur kalayım istedim.Ayrıca bu sayede 100 günlük bir ruhsal değişimi de kayıt altına almış oldum. Bir yandan yorum yazanlar da oldu. Çok ilginç bir deneyimdi okurları için de... Ben yazma sürecinde yorumları okumamaya çalıştım. Göz ucuyla baktım hep. Çünkü bunun o anlamda etkileşimli bir iş olmasını istemedim. (İstanbul/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Savaş yerine spor

SONRAKİ HABER

İster makine başında çalış, ister yemek pişir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa