03 Ocak 2016 01:00

İliştirilmiş gazetecilik

İliştirilmiş gazetecilik

Fotoğraf: Envato

Paylaş

İliştirilmiş gazetecilik kavramı hayatımıza 2003 yılında Amerika ve koalisyon güçlerinin ikinci kez Irak’ı işgali sırasında girdi. Mart ayında başlayan işgalin ardından 775 muhabir ve foto muhabir ordunun koruması altında savaşı haberleştirmek üzere Irak’a gitti.

İliştirilmiş gazeteciler bulundukları birliğin yerini, silahların konumunu ifşa etmeyeceklerine dair bir sözleşme imzalayarak ve kısa bir eğitim alarak savaş bölgesine gönderildiler. Amerikan ordusunun böyle bir uygulamaya başlamasının ardında 1991’deki işgal sırasında toplumun doğru bilgilendirilmediğine yönelik eleştirilerin olduğu söylendi. Ancak asıl sebep ordunun savaş sırasında bilgi akışını kontrol etmenin de savaşın bir parçası olduğunu, kamunun algısını şekillendirmenin önemini fark etmesiydi. İliştirilmiş gazeteciler o dönem ve sonrasında epey tartışıldı. Savaşı bu konumda haberleştirenler o koşullarda Irak’ta bulunmanın çok riskli olduğunu, ölen iliştirilmiş gazetecileri de örnek göstererek savundular. Karşıtları ise iliştirilmiş gazeteciliğin savaş propagandasına alet olmak anlamına geldiğini ve bu şartlar altında doğru ve tarafsız haber yapılamayacağına dikkat çektiler. Aslında ordu da gazetecilere güvenmiyordu, bu şartlar altında tarafsız habercilik yaptıklarını da düşünmüyordu. Kylie Tuosto’nun Stanford Journal of International Relations dergisindeki makalesinde bir askerin özetlediği gibi “Ben senin poponu kollarken tarafsız gazetecilik yapamazsın.”

Hatırlarsanız iliştirilmiş gazeteciliğe bizden de hevesliler çıktı. Türkiye’deki medyanın, hele o dönem, ordu sevgisi de malum. Hatta Mart 2003’te Irak Savaşı için tezkerenin geçmemesine üzülen Hürriyet gazetesi 22 gün sonra hızını alamayıp, daha sonra yalanlanan, “Biz de girdik” manşetini atmıştı. Bizdeki iliştirilmişin ötesinde, Ragıp Duran’ın deyimiyle “apoletli medya”. Bütün bunlar nereden çıktı şimdi derseniz, yine aynı gazetenin 29 Aralık’taki “Kurşun Yağıyor” manşetini görünce hatırladım diyebilirim. Daha önce Kabataş yalanına dahil olan ve özür dilemek zorunda kalan İsmet Berkan bu sefer zırhlı bir polis aracının içinde Sur’a girmişti. Gazeteci Mehveş Evin’in Diken’deki yazısında çok yerinde bir tespitle “Sanırsınız ki Homeland çekiyorlar” dediği haberde Berkan savaş teknolojilerini anlatırken Emniyet yetkilisine de “Kaç kişiye karşı savaşılıyor?” diye soruyor mesela. Sur Irak değil, Suriye değil Diyarbakır’ın merkezi, insan hakları ihlallerini görmezden gelip zırhlı araç içinden Sur’a bakmak iliştirilmişliğin de ötesinde bir korkuya işaret ediyor olsa gerek.

Medya ordu ilişkilerinin gazetecilik açısından sonuçlarını hatırlamamı sağlayan bir başka olay da yine geçen hafta aynı gazeteden Fatih Çekirge’nin bir televizyon programında “MİT TIR’ları haberine atlamazdım” demesi oldu. Geçmişte Genelkurmayla arası çok iyi olan ve oradan haber taşıyan Çekirge’nin bu önermesini “Biz sonuçta devlet düşmanı değiliz” diye savunması en azından haber yaptığı için hapiste olan meslektaşları düşünüldüğünde çok vahim. Ordu ya da muktedir olan her kim ise, medyanın bir tarafı her daim onun yanında yer alıyor yıllardır. Propagandanın bir parçası oluyor hatta bunu memleket meselesi adı altında savunuyor ve kamuoyunu yönlendirmeye çalışıyor. Geçmişte yapılan hatalar, manipülasyonlar, yalanlanan haberler unutuluyor. Her şey değişiyor ama bazı gazeteciler değişmiyor. Her şey olunabiliyor ama rezil olunmuyor.

Ülkenin içinde bulunduğu durumun, insan hakları ihlallerinin, tutuklu, tehdit edilen, her hafta mahkemelerde ifade vermek zorunda kalan gazetecilerin derdine düştüğümüzden gazeteciliğin sürekli tekrar eden bu etik sorunlarını tartışmaya fırsat bulamıyoruz. Eskiden olduğu gibi…

“23 Mart gününün sessizliğini bir kadının acı feryatları bozdu. Kurtuluş Mahallesi’nden yükselen feryatlar, herkesin dikkatini bu mahalleye çekti. Yürekleri paralayan bu sese, haberci olarak kayıtsız kalmamız imkânsızdı. İzzet de hepimiz gibi makinesini kapıp bizlerle birlikte sesin geldiği yöne doğru hareket etti.” Faruk Balıkçı, Namık Durukan’la birlikte yazdıkları Ölümün İki Yakasında kitabında Cizre’de 1992’de ellerinde beyaz bayraklar olmasına rağmen üzerlerine ateş açıldığı ve Gazeteci İzzet Kezer’in öldürüldüğü geceyi böyle anlatıyor (s.85). Bu yıl feryatlara kayıtsız kalmayan, muktedirin değil en temel hakları ihlal edilenlerin sesi olan gazetecilerin yılı olsun artık, emeklerine saygıyla…

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa