20 Nisan 2024 05:46

Kent hakkı bağlamında çocuklar

su birikintisine düşen balonu almaya çalışan çock

Fotoğraf:Pixabay

Paylaş

Bu hafta bir süredir devam ettiğim “bir “imkânsız” hayali” serisine, Antakya katkısıyla devam edecektim. Ancak bir ara verip Evrensel’in gündelik akışına kapılacağım; çocuk ve kent üzerine eğileceğim.

Çocuk ve kent yazısının başlığını da bu köşenin temel derdi olan radikal kent hakkına bağlayacak şekilde kurdum.

Çocuk ve kent ilişkisine dair çok sayıda söylem var. Çocukların gözünden kentlere bakan ya da kentlerin çocuklara uygunluğunu sorgulayan çalışmalar farklı farklı sıfatlar üretiyorlar. Örneğin bunların içinde en sık kullanılan “çocuk dostu kentler” gibi. UNICEF tarafından tanımlanan çocuk dostu kent kavramı, yerel yönetimlerin çocuk haklarını destekleyerek kentte şunları yerine getirmesine işaret eder:

Çocukların kent hakkında karar vericilere etkide bulunması; nasıl bir kent istedikleri hakkında düşüncelerini paylaşması; sağlık, eğitim gibi temel gereksinimlere erişebilmeleri; temiz suya ve sağlıklı besine ulaşmaları; arkadaşlarla buluşma ve kentte serbestçe oyun oynamaları; yeşil bir çevreye sahip olmaları…

Özetle yine kağıt üzerinde bazı gerekliliklerin sayıldığı, ancak reel dünyada karşılık bulmayan bir dizi haklar zinciri…

Maalesef bu hakların neden gerçekleşemediğine veya nasıl dönüştürülebileceğine dair yanıt da içermiyor. İçeremez de… Zira kent hakkı, kent kaynaklarına erişim ve kent kararlarına katılım ile sınırlı bir hak değil. Kent hakkı, yöntem olarak, kenti çocuklar, gençler, kadınlar, LGBTİ+’lar, engelliler, hayvanlar, yaşlılar vb. yaşamın bileşenlerine ayırıp, sonra onlara ayrı ayrı haklar vererek kurulamaz. Böyle bir tarif, eninde sonunda bir talep siyasetine dönen sistem-içi bir kentleşmeden öteye de gidemez.

Peki kent hakkı neye işaret ediyor? Kent hakkı sermaye birikimi lehine hizmet eden bir kentleşmeye karşı mülkiyetten bağımsız, işgal-kendine mal ederek, kentin kullanım değeri odaklı dönüşümüyle birlikte bireylerin kendilerini dönüştürme haklarını da içeren ortak ve çok katmanlı bir haktır.

Kent hakkı; UNICEF’in çocuk dostu kent koşulları gibi, Birleşmiş Milletlerin “Evrensel İnsan Hakları Deklarasyonu” ya da “Avrupa Kentsel Haklar Şartı” vb. kentte insan hakları normlarını koruyan -ve zamanla kapitalizmin bekasına yarayan bir boş gösterene dönüşen- reformcu bir programı işaret etmiyor.

Tam aksine eşitsizlik yaratmayacak sistemsel kök sorunlara eğiliyor. Örneğin sermaye birikimi ve iktidar lehine olmayan bir sistemin inşasını mesele ediyor. Zira ancak öyle bir düzende haklar da hakiki anlamıyla tesis edilebilir. O zaman çocukları gören bir kentleşme de doğrudan mümkün olur.

Sistem-içi ortamda çocuklar için mekânsallaşmanın nasıl süregittiğini birkaç örnek üzerinden açalım.

Altı aylık periyotlarda yayımlanan çocuk politikaları dergisi Çember’in son sayısı “yerel yönetimler ve çocuk politikasını” ele alıyor. Çok sayıda yazıyı içeren derginin Mine Göl-Güven imzalı bir yazısında da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin “İBB Yuvamız İstanbul Çocuk Eğitim Merkezleri” inceleniyor. Yazıda çocuğa yaklaşımdan, katılımcı ortama, bakım ve eğitimden, İBB mimarlarıyla okulların fiziki koşulları ve donanımlarına dek yerel yönetim kapsamında eğilinen çalışmalar açıklanıyor. Yazıdaki değerlendirmelerin bir noktası dikkat çekiyor; bu çalışmalara yönelik akademik katkının ancak yerel yönetimin çizdiği sınırlar içinde olduğu müddetçe dikkate alındığına değiniliyor.

Bu tutum yerel yönetim tarafından sürekli ifade edilen katılımcılık sorunsalını yeniden gündeme taşıyor. Ve bu tutumla katılımcılığın karar vericilikten manipülasyona uzanan alt basamaklarına düşüyoruz -boş gösteren katılımcılık yerine radikal katılımcılığa 9 Mart 2024 tarihli Evrensel yazısında ayrıntılı olarak değinmiştim-. Böyle bir katılımcılık koşulunda da sahici, uzun soluklu bir dönüşümden söz etmek mümkün olamıyor.     

Göstermelik bu katılımcılık anlayışına karşın, Türkiye’de hem çocuklara alan açan hem de sistemsel kök sorunlara eğilen başka çalışmalar da var. Örneğin Adıyaman’da Adıyaman Tabip Odası, KESK, Eğitim-Sen gibi bölgede iş birliği içindeki birçok sivil toplum örgütünün çalışmalarını yürüttükleri konteynerlerden oluşan yaşam alanında FİSA (Fikir ve Sanat Atölyesi Derneği) Çocuk Hakları Merkezi yer alıyor. Çok büyük oranda yıkılan kentlerde, yıkımın hesabının sorulmasından kentlerin inşasına veya nasıl bir kent istendiğine dek çocuklarla beraber üretim yapanlar var.

Sadece Adıyaman’da da değil, depremden yaşam alanları etkilenen tüm çocukların durumunun iyileştirilmesine yönelik politikalar üretilmeye çalışılıyor. Sınıfsal tabakalanmada, toplumsal ortamda türlü biçimlerde ezilen çocuklara, erken yaşta işçileşen, türlü hak ihlallerine maruz kalan çocukların koşullarını ortaya koyan işler yapılıyor…

Sözün özü radikal kent hakkının -çocuklar için de- tesisi için üretim ilişkilerinin dönüşmesi elzem. Önümüz 23 Nisan. Bu vesileyle Hrant Dink’in 23 Nisan 1996’da Agos Gazetesi’ne yazdığı “23.5 Nisan” yazısını hatırlatmak isterim. Bildiğiniz üzere 23 Nisan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü ve çocuk bayramı, diğer bir deyişle ülkenin kuruluş günü. 24 Nisan ise Ermeni soykırımı günü, yani bir toplumun yok ediliş tarihi. Hrant Dink, bu iki günü birlikte düşünerek, yeni kurucu bir tarih olarak 23.5 Nisan’ı öneriyor.

Neden bu öneriyi hatırlattım? Mevcut sistem-içi kentleşme pratikleri bir sürü hakkı görmediği gibi çocukları da dikkate almıyor, alıyorsa da boş gösterene dönüşebiliyor. Kürt illerinde, deprem sahasında veya Gazze’de, ezilenlerin çocuklarına nasıl bir yaşam ortamı kurulabileceğini hakkaniyetli bir şekilde konuşabileceğimiz günler, ancak 23.5 Nisanlarda ortaklaştığımızda gelebilecek. O zamana kadar da kent hakkını radikal bir yerden konuşmaya devam etmek gerekiyor…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa