Rum Ateşi'nden biber gazına kimyasal silahların tarihçesi
Tarihçi Ayşe Hür, Suriye'de kullanıldığı iddiasıyla gündeme gelen kimyasal silahların tarihçesini yazdı.
Ayşe HÜR
Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler (BM) gündemine, Türkiye’nin Afrin operasyonu sırasında “zehirli gaz kullanılmış olabileceği” iddiaları geldi. BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Mistura, “Şu an bu iddiaları bağımsız olarak doğrulayamıyoruz ancak eğer doğrulanırsa bu korkunç ve cezasız bırakılmaması gereken bir durum olur” dedi. Türkiye ise zehirli gaz kullandığı iddialarını kabul etmedi. ABD öncülüğündeki IŞİD karşıtı koalisyon da Türkiye’nin Afrin operasyonu sırasında zehirli gaz kullandığı iddialarıyla ilgili ellerinde doğrulanmış bir bilgi olmadığını söyledi. Şimdilik konu açıklığa kavuşmuş değil.
İddialarda “zehirli gaz” deniyor ama, zehirli, yakıcı, boğucu, kusturucu, göz yaşartıcı, kapasite azaltıcı gazların hepsi “kimyasal silah” başlığı altında ele alınıyor. Tarihin en ünlü kimyasal silahı çok sonraları Haçlıların verdiği adla Rum Ateşi (bizde Grejuva) denilen gizemli silahtı. Silah ilk kez 674-678 yılları arasında Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i (bugün İstanbul) kuşatan Arap ordularına karşı kullanılmıştı. Rivayete göre silahın yarattığı korku öylesine büyük olmuştu ki, Araplar çekilmekle kalmamış Bizans’a 30 yıl süreyle yılda 3 bin altın ödemeyi kabul etmişlerdi.
Çok bilinmeyen bir konu olduğu için biraz ayrıntı vermek istiyorum. Silaha ilişkin anlatımlar, Rum Ateşi’nin çıkardığı sesin insanları büyük bir paniğe sevk ettiğini, değdiği yerde taş üstünde taş bırakmadığını, suda bile yanmaya devam ettiğini düşündürüyor. Kaynaklarda Rum Ateşi’nin temel maddesi olarak pek çok maddenin adı veriliyor. En çok neft, sülfür ve zift karışımı; zift, reçine, sülfür karışımı; sülfür, zift, katran, günlük, doğal gübre, reçine ve keten kıtığı karışımı; ya da pamuk kıtığına emdirilmiş neft ya da neftyağı ile damıtılmış petrol karışımından söz ediliyor. Bazı kaynaklarda Rum Ateşi ile birlikte canlı akreplerin ve yılanların da düşman üzerine fırlatıldığı, ayrıca toz kireç de atılarak düşmanın yoğun bir toz bulutu ile kör edildiği ya da boğulduğu da kaydedilmiş.
Rum Ateşi’nin belli bir dereceye kadar ısıtıldıktan sonra herhangi bir patlamaya neden olmadan bir boru aracılığıyla çok uzaklara püskürtülmesinde kullanılan düzeneğin de nasıl olduğu bilinmemekte. Çünkü Rum Ateşi’nin formülü yüzlerce yıl Bizans’ın en büyük devlet sırrı olarak saklanmış.
1139’da Roma’da toplanan Lateran Konsili’nde savaş sırasında bu öldürücü silahın kullanılması yasaklanmıştı ama 1191’de Araplar, III. Haçlı Ordusu tarafından kuşatılan Akka Kalesi’ni savunurken; 1249’da ise Nil Deltasındaki Mansura şehrini kuşatan IX. Louis’nin komutasındaki Fransız ordularına karşı savaşırken Rum Ateşi’ni kullanmışlardı. Bu tarihten itibaren kaynaklarda Rum Ateşi’ne rastlanmadı, çünkü yeni yeni silahlar keşfedilmişti. Yine de Bizanslı tarihçilere göre 6 Nisan-29 Mayıs 1453’de Konstantinopolis Osmanlılar tarafından kuşatıldığında da meşhur silah kullanılmıştı.
LEONARDO DA VİNCİ BİLE!
Sadece çok başarılı bir ressam değil, on parmağında on marifet olan, 16. yüzyılda yaşamış Leonardo da Vinci’nin bile, kireç taşı, arsenik, sülfür ve bakır pasından oluşan bir toz karışımı düşmanı boğacak bir silah olarak kullanmayı önerdiğini biliyoruz. 17. yüzyıldan itibaren kükürt, donyağı, reçine, terebentin, güherçile ve antimon karışımı yanıcı bir madde kuşatmalarda kullanılmıştı. Bu madde yanmazsa bile çıkardığı dumanla kitlesel boğulmalara neden oluyordu. 1672 yılında Almanya-Münster Piskoposu, “güzel avrat otu ile yapılmış boğucu gazların” kullanılmasını sağlamıştı. Ancak bu silahlar öylesine yıldırıcı olmuştu ki, 27 Ağustos 1675’te Fransızlar ve Almanlar Strasbourg Anlaşması ile bu “hain ve iğrenç” zehirli silahların kullanılmasını yasaklamışlardı. Yasağa rağmen basit boğucu gazların kullanımına devam edildi.
KAPTAN MAHAN’IN İTİRAZI
Örneğin 1854’te Kırım Savaşı sırasında Britanyalı bir kimyager, kakodil siyanür adlı iğrenç kokulu bir maddenin Sivastopol kuşatması sırasında kullanılmasını önerdi. Öneri Başbakan Lord Palmerstone tarafından beğenildiyse de, ilginçtir, Ordu Donatım Bölümü, düşmanı zehirlemeyi “kötü bir adet” olarak niteledi ve kabul etmedi. Kimyasal gazların kullanımına karşı ilk ciddi tavır alış 1899’da Hague Konferansı’nda oldu. Bu konferansta zehirleyici, boğucu ve diğer gazların kullanımına karşı alınan karara ret oyu veren tek kişi ABD temsilcisi Kaptan Alfred Thayer Mahan’dı. Mahan, “Amerikalıların yaratıcılığı yeni silahların gelişmesine sıkıştırılmamalıdır” demişti.
Elbette, silah teknolojisi Mahan’ın dilediği yönde gelişti. 1899–1902 Boer Savaşı’nda İngilizler pikrik asit dolu mermiler kullandılar. 1907 tarihli La Haye Konvansiyonu ile zehirli gazların kullanımı yasaklandığı halde Birinci Dünya Savaşı sırasında 124 bin tondan fazla zehirli gaz kullanıldı. Bu konuda öncü olan Almanlar 22 Nisan 1915’te Belçika’nın Ypres bölgesinde Fransız, Belçika, Cezayir ve Kanada tümenlerine karşı 51 bin ton klorin (1774’ten beri biliniyordu) kullandılar ve 5 bin askeri öldürdüler. Almanlar bu gazı Ruslara karşı da kullandılar. Fransızlar da Almanlara karşı fosgen (1812’de sentezlenmişti) ve turpunite gazını kullandılar. Karşılıklı bu saldırılarda 50 bin kişi öldü, 1 milyondan fazla kişi ise zarar gördü.
Almanların içine sodyum hipoklorit ve bikarbonata batırılmış yastıklar yerleştirilmiş deri gaz maskelerini, İngilizler güya geliştirdiler (ilk örneklerde sidiğe ve sodaya batırılmış pamuklar kullanılmıştı) ama bu maskeler öyle ilkeldiler ki, ölümleri engellemek bir yana, hızlandırıyorlardı. Almanlar maskeleri daha da etkisiz kılmak için “at pisliği, sarımsak ve elma kokulu” yakıcı bir gaz olan hardal gazını (aslında 1886’dan beri biliniyordu) kullanmayı akıl ettiler! Bu gazı difenilkloroarsin adlı kusturucu bir gazla birlikte kullanıyorlardı çünkü bu gaz maskelerin çıkarılmasını sağlıyor, böylece hardal gazının etkisi artıyordu!
ÇANAKKALE’DE GAZ KULLANILDI MI?
İngilizlerin 1915’te Çanakkale’de zehirli gaz kullanmaya niyet ettiği, ancak son anda rüzgârın yön değiştirmesiyle bunu yapamadıkları, Türk tarih yazımında sıkça tekrarlanır. İddialara göre savaşın uzaması ve İngilizlerin bir türlü netice alamaması üzerine Türk düşmanı Donanma Amirali Winston Churchill, kimyasal gaz kullanılmasını teklif etmiş, Lordlar Kamarası üyeleri bunun insanlık suçu olduğu, savaş ahlakına sığmadığı hatırlatılınca ise, “Türkler insan değildir, hayvandır” diyerek meclistekileri ikna etmişti. Sonunda varillerle kimyasal gaz Çanakkale’ye sevk edilmiş ancak Çanakkale’nin rüzgârlarının sık sık yön değiştirdiği anlaşılınca zehirli gaz kullanımından vazgeçilmişti.
İngiliz ve Rus kaynaklarında ise esas Osmanlı tarafının 26-27 Kasım 1915 tarihinde zehirli gaz kullandığına dair iddialar var. Yine iddiaya göre, Osmanlı tarafı İngilizleri caydırmak için 50 kadar gayri Müslim’i “rehine” babından cepheye götürmüş.
Ancak bugüne dek ne Churchill’in böyle dediğine ne de iki tarafın da zehirli gaz kullandığına dair kanıt var. Bu iddiaların, Osmanlı ordusunun Almanlardan alacakları zehirli gazları kullanmaları ihtimaline karşı İngiliz askerlerine dağıtılan gaz maskelerinden kaynaklanmış olması muhtemel. Çünkü Almanlar patlayan mermilerden çıkan karbonmonoksit gazının çukurlarda birikmesi halinde askerlerin ölümüne neden olduğunu görünce, zehirli gaz araştırmalarına hız vermişler, sonunda ürettikleri “gazlı mermileri” Fransızlara karşı kullanmışlardı.
İngilizlerin “zehirli” sayılabilecek icadı ise 1889’dan beri bilinen, ancak Kraliyet Donanması’nın başkimyageri Haim Weizmann tarafından asetondan ucuza ve seri şekilde imal edilmesinin yolu bulunan cordite barutuydu. Bu barutun kullanıldığı top mermileri siyah, siyah-sarı veya sarı-yeşil bir gaz çıkarıyor, bu gaz havadan ağır olduğu için yere çöküyordu. Bombardımanın yoğun olduğu zamanlarda bu birikmiş gaz nefes almayı zorlaştırıyordu. Bu mermileri üreten İngiliz fabrikalarında çalışan işçilerde de benzer rahatsızlıklar gözlenmişti. İşçi kadınların saçlarının önü sarıya boyandığından erkek işçilerce “kanaryalar” diye lakap takılmıştı. Tahminen, bu renkli gazlar, eski tip mermilerden çıkan renksiz gazdan farklı olduğu için, Osmanlı askeri raporlarına “muhnik (zehirli) gaz” olarak geçti ve bugünkü zehirli gazlarla denk bir silahtan söz edildiği kanısı yerleşti. İngilizlere dağıtılan gaz maskeleri de bu şüpheyi arttırdı. Savaş yaralılarının tedavi edildiği İstanbul’daki Gümüşsuyu Hastanesi’nin iki cerrahı, Dr. Neşet Osman ve Dr. Mehmed Kemal, Çanakkale’de zehirli gaz kullanıldığına dair bir bulguya rastlamadıklarını rapor etmişlerdi.
Bu arada not edelim ki, İngiliz askerleri gaz maskelerini bazılarının iddia ettiği gibi “Türkler temiz savaş yaparlar” diye düşündüklerinden değil, Gelibolu’da gaz kullanılamayacağını bildiklerinden takmamışlardı. Çünkü Gelibolu gibi cephelerin iç içe geçtiği ve rüzgârın tek bir yönü olmadığı bir coğrafyada zehirli gaz kullanmak bir çeşit intihar anlamına gelirdi. Yine de Çanakkale Savaşı’nın son günlerinde İngilizler 85 ton klor gazı içeren 3 bin tüp Mondros’a gönderdiler. Ancak Suvla başarısızlığı yaşanmış, İtilaf Kuvvetleri çekilmeyi planlamaya başlamışlardı. Bu yüzden gemi yükünü indirmeden geri gönderildi.
TABUN, SOMAN, SARİN
Ancak, Çanakkale’de zehirli gaz kullanmaya fırsat bulamayan İngilizler Temmuz 1920’de işgalleri altındaki Irak’ın Necef ve Kerbela şehirlerinde başlayan halk ayaklanması sırasında uçakla zehirli gaz bombaları atma mutluluğuna(!) erdiler. Bu dönemde sadece “emperyalistler” değil, 1921’de “Bolşevikler” de devrime karşı çıkan Batı Rusya’daki Tambov köylülerinin ayaklanmasını bastırmak için zehirli gaz kullandı. İspanyol ve Fransız kuvvetleri ise Fas’taki Berberi ayaklanmasını bastırmak için hardal gazı kullandılar. Bu iş o kadar benimsenmişti ki, 1923’te Almanya ile SSCB, Volga nehri civarındaki Trotsk şehrinde ortak bir kimyasal silah fabrikası kurmak için görüşmelere başladılar ama neyse ki sonunu getiremediler.
1925’te dünyanın 16 büyük devleti, savaşlarda kullanılacak silahları ve savaşan taraflara yönelik muameleleri kurallara bağlayan Cenevre Protokolü’nü imzaladılar. (ABD Protokolü ancak 1975’te imzaladı.) Protokole göre boğucu, zehirleyici, yakıcı veya diğer gazların veya muadili olan tüm sıvıların, materyal ve araçların savaşlarda kullanımı ve bakteriyolojik savaş yöntemi olarak kullanımı yasaklanmıştı ama durum değişmedi. 1935’te Mussolini İtalya’sı sömürgesi Etiyopya’da hardal gazıyla 150 binden fazla kişiyi öldürdü. 1934’ten itibaren “kimyasal silah birlikleri” oluşturan Almanya, 1936’da sinir gazı diye bilinen tabun ve somanı, 1938’de sarini üretti ancak Müttefiklerin elinde de benzer gazlar olduğunu sandığı için bunları kullanmaktan kaçındı. Bu yıllarda ABD’de toplumsal olaylara, grevlere polisler göz yaşartıcı gaz bombalarıyla müdahale etmeye başlamışlardı.
1938’DE DERSİM NASIL BİTTİ?
Gelelim Türkiye’ye... 2011 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan’ın CHP’yi köşeye sıkıştırmak amacıyla ifşa ettiğine göre 13 bin 806 ölü, 11 bin 683 sürgünle sonuçlanan 1937-1938 Dersim Harekâtı’na son noktayı, ordunun kullandığı zehirli gazın koyduğunu ilk kez, 2008 yılında posta ile bana gönderilen bir ses kaydından öğrenmiş ve 16 Kasım 2008 tarihli Taraf gazetesinde “1937-1938’de Dersim’de neler oldu?” başlıklı yazımda okurlarla paylaşmıştım. Kayıtta Süleyman Demirel hükümetlerinin ünlü Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le emekli olduktan sonra, 1986’da yapılan bir röportajdan bir bölüm vardı. Çağlayangil, 1937’de Malatya Emniyet Müdürü olarak Dersim lideri Seyit Rıza’nın hukuk dışı yargılamasını örgütlemiş, Seyit Rıza ve altı arkadaşının idamlarına tanıklık etmişti. Röportajı yapan ise o sırada hesap uzmanı olarak çalışan, bugünün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu idi. Çağlayangil’in özellikle şu son sözleri tüyler ürperticiydi: “Neticeyi söylüyorum. Bunlar mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden... Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti...”
Bu sözler o günlerde dikkati çekmemişti ama 2009 yılında CHP Genel Sekreteri Onur Öymen’in “Dersim’de analar ağlamadı mı?” vecizesi üzerine konu tekrar gündeme gelmiş, Çağlayangil’in anlattıklarını doğrulayan tanıklar ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine bazıları Çağlayangil’in itirafını ve Dersimlilerin tanıklıklarını geçersiz kılmak için “O günlerde zehirli gaz mı vardı ki?” gibi sorular sormuştu. O günden beri bu konuda ciddi bir araştırma yapılmadı, belgeler ortaya konamadı ama (malum devletin elinden bu tür suçlara dair belge koparmak imkansıza yakın) 5 Ağustos 1937 tarihli Tan gazetesinde Lütfi Erenel adlı yazar, “Kirmanjlar” başlıklı makalesinde Dersim’den sorumlu Dördüncü Umum MüfettişAbdullah Alpdoğan Paşa tarafından Elazığ’da “zehirli gaz kursu” açıldığını belirtiyordu. Yazının kırmızı ile işaretli bölümünde, Alpdoğan’ın gaz kursunu açarken, “Devlete uzanan eli kırmak, devlet kanununu tecavüz edilemez hale getirmek vazifemizdir” dediği yazılı.
MOLOTOV KOKTEYLİ
Tekrar dünya pratiğine dönersek, literatüre “garibanların kimyasal silahı” olarak geçen ve artık bunu kullananların Türkiye’de 12 yıl 6 ay hapse mahkûm olabileceği “Molotov kokteyli”, ilk kez 1939’da Finlandiya’yı işgal eden Rus tanklarına karşı kullanılmıştı. Bir cam şişe içine konan az miktarda sülfrik asit ile benzin/parafin karışımının bir filtre ile yakılmasıyla faaliyete geçen bu ilkel yangın bombasına Finliler, Finlandiya’nın işgalinden sorumlu gördükleri SSCB Dışişleri Bakanı Molotov’un adını vererek Ruslarla adeta dalga geçmişlerdi. O yıllarda zehirli gaz merakı Yeni Dünya’ya da geçmişti. Nitekim 2 Aralık 1943’te İtalya’nın Bari limanında Alman güçlerince batırılan Amerikan gemilerinde bol miktarda hardal gazı olduğu anlaşıldı. Aynı dönemde, Japonya, Hind-i Çin’de ve Mançurya’da bol bol zehirli gaz kullanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere, ABD ve Rusya, Almanlardan geriye kalan sinir gazlarını yoğunlaştırarak kalıcı sinir gazları ürettiler. İngilizlerin icadı V, ABD’lilerin icadı VX, Rusların icadı ise VR-55 ve Goman adıyla anılacaktı. Bu devletler müttefiklerini de bu nimetten(!) mahrum etmediler elbette. Mısır 1966-1967’te Yemen iç savaşında; Libya 1969’da Çad’da hardal gazı kullandı. Fransa 1968 öğrenci ve işçi eylemlerinde gaz kullandı. ABD 1963-1973’te Vietnam’da “Kargaşaları Bastırma Gazları” dediği kusturucu, göz yaşartıcı, yanıcı kimyasalları ve 800-1200 derece ısı veren korkunç napalm bombasını kullandı.
Türkiye’de polisin göz yaşartıcı gazın toplumsal olaylarda kullanıldığı ilk olay bu dönemde yaşandı. 26 Ocak 1971’de Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi yurduna polis göz yaşartıcı gazla saldırdı. Elbette bu kullanım, bir zamanların kurbanı Vietnam’ın 1975-1981’de Laos ve Kamboçya’da; Sovyetler Birliği’nin 1979’dan sonra Afganistan’da; Arjantin’in 1982 yılında Falkland Savaşı’nda gaz kullanmasının yanında masum(!) kaldı.
HALEPÇE KATLİAMI
Tekrar coğrafyamıza dönelim. Irak’taki Saddam rejimi, 1980-1988 arasındaki Irak-İran Savaşı sırasında bir yandan da Mesut Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) rejime karşı oluşturduğu “Kürdistani Cephe” ile savaşıyordu. Saddam, İran’dan yana tutum aldıklarını düşündüğü Kürtlere karşı önce ocak-ağustos 1988 arasında Enfal Harekatı’nı gerçekleştirdi. Kara harekatları, havadan bombalamalar, yerleşim yerlerinin sistematik bir şekilde yıkılması, toplu zorunlu göçler, idam mangaları ile yapılan infazlar yetmezmiş gibi (Kürt çevrelerine göre 182 bin kişi ölmüştü harekatta) 15 Mart 1988'de KYB destekli İran kuvvetlerinin Halepçe'ye girmesinden bir gün sonra Irak savaş uçakları Halepçe'yi bombaladı. Ortalığa keskin bir elma kokusu yayıldı. Çocuklar kokuya doğru koştu. Sonra da birer birer öldüler. Ardından anne, babalar, nineler, daha sonra da hayvanlar düşmeye başladı yere. Gazı soluyanların akciğerleri iflas ediyor, derileri yanıyordu. Kurtulanlardan pek çoğunun gözleri kör olmuştu. Saldırıyı Saddam’ın kuzeni “Kimyasal Ali” yönetmişti. Daha sonra tespit edildiğine göre, sarin, hardal gazı ve VX gazları kullanılmıştı. Resmi rakamlara göre 5 bin kişinin öldüğü, 15 bin kişinin çeşitli zararlar gördüğü 16 Mart 1988 tarihli Halepçe Katliamı’nı dünyaya, katliamı kısmen kayıt altına alabilen “Video Abbas” lakaplı Abbas Abdülrezzak Ekber duyurdu ama dünyadan tepki gelmedi.
TOKYO’DA SARİN GAZI
Sadece devletler değil terör örgütleri de kimyasal silahları çok seviyor. Örneğin 1995 Mart ayında Tokyo Metrosu'na sarin atarak 12 kişinin ölümüne ve 5 bin 700 kişinin hastanelik olmasına neden olan Aum Shinrikyo örgütü Hinduizm ve Budizm'den esinlenmiş, kıyamet gününe inanan bir çeşit dinsel fanatikler topluluğuydu. Renksiz ve kokusuz olduğu için tespit edilmesi son derece güç olan sarin gazının üretimi ileri teknoloji gerektiriyordu ama yıllık 1 milyar dolardan fazla cirosu olan ve üyelerini Japonya'nın seçkin üniversite öğrencilerinden ve bilim adamlarından derleyen örgüt için sarini üretmek zor olmamıştı.
26 Ekim 2002’desilahlı Çeçenler tarafından Moskova'da Dubrovka Tiyatrosu’nda rehin alınan 700 kişiyi kurtarmak için olaya müdahale eden Rusya güvenlik güçlerinin BZ (küniklüdinil benzilat) adlı bir kimyasal kullandığı, 129 rehine ile 42 Çeçen’in kullanılan gaz bombalarından dolayı zehirlenerek yaşamını yitirdiği ileri sürüldü, elbette bugüne dek Rusya’dan itiraf duymak mümkün olmadı!
Terör ve şiddeti devlet politikası haline getirmiş olan İsrail, 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelttiği “Dökme Kurşun Operasyonu” sırasında fosfor gazı kullandı. İsrail savunmasını “fosfor bombası, kimyasal silah olarak nitelendirilse de askeri açık alanlarda geceleri çatışma bölgesini aydınlatma ya da çıkardığı yoğun dumanla karşı tarafın hedefini köreltme amacıyla kullanılabiliyor, biz de öyle kullandık” diye yaptı, BM de inandı!
BİBER GAZI
Bir de devletlerin güya “toplumsal olayları kontrol etmek” için kullandıkları “tehlikesiz” gazlar var. Bunlardan en ünlüsü “biber gazı”. Adından anlaşılacağı gibi etken maddesi (kapsikum oleoresin) dünyanın en acı biberi olan Şili biberinin özünden gelen ve 1980’lerden itibaren “toplumsal olayları bastırmak” için Avrupa ve ABD’de kullanılmaya başlayan biber gazı, Türkiye’de ilk kez 1998 yılında Ankara’daki KESK eyleminde kullanıldı, AKP iktidarı ile yaygınlaştı (öyle ki, 2009’da 65 kez, 2011’de 184 kez, 2012’de 337 kez kullanılmış) ama toplumsal belleğe kazınması 2013 Gezi Olayları ile oldu. Tam 130 bin gaz fişeğinin kullanıldığını öğrendik sonradan. O yıl tam 842 kez haberlere konu olan biber gazı bugüne dek 11 kişinin canını aldı. 2015 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 1,5 milyon gaz fişeği alacağı yansıdı basına. Aldılar mı bilemiyorum ama aldılarsa bir gün mutlaka kullanacaklardır...
SURİYE: KİMYASAL SİLAH LABORATUVARI
Başa dönersek, Suriye’de muhaliflerin rejim güçlerine karşı kimyasal silah kullandığına dair ilk iddialar 6 Mayıs 2013 tarihinde kamuoyuna yansımıştı. BM tarafından kurulan bir araştırma komisyonu muhaliflerin Han el Asel’de sarin gazı kullandığını tespit ettiklerini açıklamışlardı. 21 Ağustos 2013 tarihinde ise rejim güçlerinin Şam’ın Doğu Guta bölgesine yönelik kimyasal saldırı sonucu 1400 sivilin öldüğü, çoğu kadın ve çocuk 10 bin sivilin gazda etkilendiği söylendi. Kimyasal silah kullanımını “kırmızı çizgimiz” diye tanımlayan ABD (Obama) yönetimi Suriye’ye müdahaleye hazırlandı ancak Rusya’nın engellemesiyle bundan vazgeçti, bunun yerine Suriye’nin elindeki kimyasal silahların imhasına karar verildi. 19 Ağustos 2014’te imha sürecinin tamamlandığı ileri sürüldü. BM, 2014-2015 arasındaki altı olaya dair raporunu 2016 yılında açıkladı. Buna göre hem rejim hem IŞİD kimyasal silah kullanmıştı. İş bununla da bitmedi. Suriye İnsan Hakları Ağı, 20 Şubat 2017 tarihinde açıkladığı raporunda, Esad rejiminin, Hama, Şam, İdlip gibi muhaliflerin elindeki merkezlere karşı tam 162 kez kimyasal silah kullandığını iddia etti. Nisan 2017’de muhaliflere göre Esad rejimi İdlip’de kimyasal silah kullanmıştı, saldırıda 100 kişi hayatını kaybetmiş, 400’den fazla kişi de yaralanmıştı. Rusya ise, rejim güçlerinin muhaliflere ait bir depoyu bombaladığını, depodaki kimyasal malzemelerin bu olaya neden olduğu ileri sürdü.
Bu konudaki son iddia, bu yazıyı yazmama neden olan Türkiye’nin zehirli gaz kullandığına dair. Hikayemizi kimyasal silahların “ağababaları” olan ABD ve Rusya’nın stokları ile bitirelim. ABD’nin elinde 36 bin ton kimyasal gaz olduğu, sadece sinir gazı stoklarının dünya nüfusunun 4 bin katını öldürecek miktarda olduğu söyleniyor. Rusya’nın elinde ise 270 ila 360 bin ton arasında fosgen, tabun, sarin, soman, hardal ve hidrosiyonik asit olduğu sanılıyor. Kısacası esas tehlike bu ülkeler ve Suriye’deki grupların elindeki gazların kaynağı da bu ülkeler.
Bu kısa özet sadece kimyasal silahların tarihçesine dair. Daha ateşli silahlar var, biyolojik silahlar var, nükleer silahlar var, var oğlu var. Evet, Suriye’de kimyasal silah kullanıldı mı, kullanılmadı mı, kullanıldıysa kim kullandı, kesin bir şey söyleyemiyor uzmanlar ama böyle giderse, her türlü silahın kullanılacağı kesin... Sadece bu savaşta üstün gelmek için değil, aynı zamanda yeni “buluşların” etkinliğini ölçmek için Ortadoğu’dan âlâ laboratuvar olur mu silah tekelleri, emperyalist ülkeler ve onların yerel işbirlikçileri için?