Tak eder canına elbet bir gün kadınların
Kadınlara bu sözü söyleten yaşamlarına tanık olmamızı sağlıyor her iki yazar. Kadınları kurbanı olduğu cinayetlerin sıradanlığını, maruz kaldıkları şiddete daha fazla katlanamayarak kocalarını öldürmeye götüren süreci, hikayelerin gerçek kahramanları ile birebir görüşerek birer istisna olmaktan da çıkarıyor.
Duygu AYBER
Neresinden başlanır anlatmaya bilemiyorum. Bir erkeğin öldürdüğünü söyleyebilmek kadar kolay olmuyor, yaşamın tüm güzelliklerini üreten kadınların elini kana buladığını dile getirmek. Niye yapmışlardı ki? Kocalarını niye öldürmüşlerdi de erkeklerin o mahkeme salonlarında aldıkları “tahrik indirimini” dahi alamadan dört duvar arasına yollanmışlardı?
Suna mesela... Henüz 15 yaşındayken “evlendirildiği” kocasından ilk dayağını “gerdek gecesi” yiyen Suna... Yine de “Hakkı muhakkak kızmıştır” diyerek kendinde suç arayan Suna. Her gün yediği dayağa rağmen kocasının bir gün ona iyi davranacağını, onu okşayarak seveceğini hayal ederek tutundu yaşamına. Kocasının eve getirdiği adamlar tarafından tecavüze uğrarken bile bir şey olmasın istiyordu, mutfakta “işin” bitmesini beklerken sigara içen Hakkı’ya. Peki ya ne zaman tak etti ki canına? Tabi ya, Hakkı o sözleri söylediği zaman: “Ne biçim karısın, yaşlı bir adamı bile tutamıyorsun elinde, orospu”. İşte o andı, nasıl olduğunu anlamadığı an. 17 delik açmıştı kocasının vücuduna. Bunu söyleyen mahkeme hakimiydi ona. “Niye yaptın sen?” diye soran da... Ama anlatamadı Suna. Arkasında kocasının akrabaları, kendisinin akrabaları, kızları, damatları otururken diyemedi hakime “Beni satıyordu” diye...
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ...
Ya da Nigar... Küçükken yaşadığı Almanya’da küçücük parmaklarıyla piyano çalan Nigar, büyüdü de gelin gitti Giresun’a, evlendi Mehmet’le. Mehmet hiç vurmadı ona. Bağırıp çağırıyordu oğlunun gelininin üzerinde “muhteşem bir hakimiyet kurmasını” isteyen babasının yanında, ama yalnızken öyle miydi? Şakalaşıyordu Nigar’la. 10 ay geçti işte böyle. 10 ay sonra bitti masal... Çocukken piyano çalan o parmaklar; evlendikten 10 ay sonra kocası ırzına geçerken, istemediği şeyleri yaparken, güç alırcasına sıktığı zaman çarşafı, bildi Mehmet’i. Evde birlikte kaldığı kaynana-kaynata-kayın-elti de bildi artık o geceyi. Bildiler oğullarının bir “erkek” olduğunu! Sabahları Nigar yürümekte zorluk çekerken kayınbabası sırıttı, kaynı gözleriyle onu baştan aşağı süzmekten çekinmedi, kaynanasının gözleri “ben neler çektim sen de dayan” dedi... 17 yıl dayandı Nigar... Sonrasında, akrabası da olan sevdiği çocuk, Seyfi arkadaşlarıyla geldi bir gece vakti Nigar’ın yanına. Önce kafasına yastık bastırıp bayıltacaklardı Mehmet’i, sonra Nigar’ı alıp götürecekti... Yastık kalktı, Mehmet kalkmadı. Birkaç saat sonra öldüğünü farkettiler. Seyfi artık yoktu. Nigar ise tüm benliğiyle orada...
Pembe ise Doğu’dan gelmişti Ege’nin bir köyüne. Eltisi Sakine’nin “Gidivercem, alıvercem” gibi sözlerinden hiçbir şey anlamıyordu, Sakine de onun Kürtçe’sinden. Sonra alıştılar, sevdiler birbirlerini. Olay günü de zaten ikisi de aynı yerdeydi. Her gün dayak yiyen, çocuklarının dayak yediğini gören Sakine’nin elinde tuttuğu tüfekten çıkmıştı kurşunlar. Kaynanası, kayınbabası, kocası... Ama Sakine’nin gözyaşları her zaman olduğu gibi çabucak düşmüştü yere, ilk tetiği çektiği anda.
HİÇ OLMADIĞI KADAR RAHAT OLMAK
Bunlar, Burçe Bahadır’ın “Ölü Kadınlar Memleketi” ve Sibel Hürtaş’ın “Canına Tak Eden Kadınlar Kocalarını Neden Öldürdüler?” isimli kitaplarından iki kadın hikayesi. Kocalarının dövdüğü, işkence ettiği, tecavüz ettiği, tecavüz ettirdiği kadınların “canına tak eden” her bir anı... Çoğu da birbirine benzer hikayeler aslında. Yakında bulunan kesici bir aletle gelen ölümler... Plansız, aniden gelişen, sonu cezaevinde biten hikayeler... Hayatını dört duvar arasında geçireceğini bilmesine rağmen, öldürdüğü için pişman mı peki kadınlar? “Aklım sadece çocuklarımda. Ama hiç olmadığım kadar rahatım şimdi” diyen bir kadın çok da güzel yanıtlıyor aslında, her iki kitabı da okurken kafamıza takılan soruları.
Kadınlara bu sözü söyleten yaşamlarına tanık olmamızı sağlıyor her iki yazar. Kadınları kurbanı olduğu cinayetlerin sıradanlığını, maruz kaldıkları şiddete daha fazla katlanamayarak kocalarını öldürmeye götüren süreci, hikayelerin gerçek kahramanları ile birebir görüşerek birer istisna olmaktan da çıkarıyor. Burçe Bahadır, kocasını öldürmekten hüküm giymiş iki kadınla ve karısını öldürmüş üç erkekle hapishanede yaptığı görüşmeleri kaleme alıyor. Sibel Hürtaş ise; envai çeşit eziyet karşısında dayanma gücü kalmayıp kocasını öldüren kadınların hikayelerini... Her biri cinayetlerin nasıl politik olduğunu anlamamızı da sağlıyor. Şiddetin yanı başımızda olduğunu; daha eşit, daha güçlü, daha özgür olmak için, sokakta rahatça yürüyebilmek, gönlünce sevebilmek, kısacası insanca yaşayabilmek için uğruna savaşan kadınların anlattıklarıyla...
Künye:
Sibel Hürtaş
Canına Tak Eden Kadınlar Kocalarını Neden Öldürdüler?
İletişim Yayınları,192 say.
Burçe Bahadır
Ölü Kadınlar Memleketi
Ayizi Kitap, 283 say.