11 Ocak 2015 04:21

Ruhbilimde aşırı yorum

Soma’da tanık olduğumuz işçi katliamından sonra düzenlenen yardım kampanyaları neticesinde, yakını ölen aileler ile diğerleri arasında açılan büyük fark ziyadesiyle çocukları da etkiledi. Yetim kalan çocuklara verilen hediyelere gıpta ile bakanların, babaları “henüz” yaşayanların bedenlerinden ise cılız bir ses duyuldu: “Keşke benim de babam ölseydi.”

Ruhbilimde aşırı yorum

Hakan ERDOĞAN

Soma’da tanık olduğumuz işçi katliamından sonra düzenlenen yardım kampanyaları neticesinde, yakını ölen aileler ile diğerleri arasında açılan büyük fark ziyadesiyle çocukları da etkiledi. Yetim kalan çocuklara verilen hediyelere gıpta ile bakanların, babaları “henüz” yaşayanların bedenlerinden ise cılız bir ses duyuldu: “Keşke benim de babam ölseydi.” Her şeyi dümdüz düşünen bizler için, her şeyi olduğu gibi hisseden, ne oluyorsa gördüğü gibi yorumlayan biz zavallılar için bunu duymak tuhaftı elbette. Neoliberalizmin bariz şekilde ortada olan acımasızlığını ifşa eden söz mutlaka hastalıklı ve zararlıydı! Zorlukla kurup idame ettirmeye çalıştığımız düzenimizde böyle yıkıcı argümanlar zararsız bir mecraya çekilip ehlileştirilmeliydi. Neyse ki, güzide ülkemizin yetiştirdiği son derece yetkin ruhbilimciler vardı da onların açıklamaları imdadımıza yetişti. Psikologlar, psikiyatrlar bu durumun çocukların “babanın ölümü” ve “hediye verilmesi” arasında kurdukları yanlış ilişkiden kaynaklandığını düşündüler. Nasılsa, kurulabilecek doğru bağlantı bu değildi. Öyle ya, olup biten tüm olaylarda yoruma ihtiyaç gösteren karanlık bir alan, ortaya dökülmesi gereken ilişkiler mevcut idi.
Madem öyle, biz cahiller başa dönelim ve “babanın ölümü” ile ilgili konuyu öğrenmeye çalışalım. Mesele M.Ö. 5. yüzyıl Atina’sında yaşamış tragedya yazarı Sofokles’e kadar uzanır. Kral Ödipus isimli oyununda Sofokles, Thebai kralının ve onun oğlunun tarih boyunca insanlara paranoya bulaştıran hikayesini anlatır. Şehrin kahini, kralın yeni doğan çocuğu hakkında bir kehanette bulunarak onun babasını öldürüp annesiyle evleneceğini ve kral olacağını söyler. Bunun üzerine kral Laios çocuğun öldürülmesini emreder. Fakat olaylar öyle gelişir ki, çocuk kurtulur, büyür ve bilmeden gerçek babasını öldürür ve annesiyle evlenir. Paradoksal biçimde, olayların böyle gelişmesine kehanetin varlığı neden olmuştur.
Kral Ödipus’u eski Yunanlardan bile fazla ciddiye alan Freud, öz-analizinde bulduğu verilerle Sofokles’in hikayesi arasında benzerlikler görür ve işi “Ödipus Kompleksi”ni evrensel bir olgu olarak önermeye kadar götürür. Freud’un bilinçdışını keşfi, çeşitli düzenekleri ortaya koyuşu, ruhsal aygıtın bölümleri ve yeniden tarifleriyle ilgili yaptığı çalışmalar kuşkusuz dahiyanedir ve beynimizin içindekilerle ilgili serüvenimizde çığır açmıştır. Ne var ki, bilinçdışının temsili için Ödipus’u öne sürmesi hem libidinal ekonomi hem de ekonomi-politik açısından sorunludur.

PSİKİYATRİNİN ADAM SMITH’İ

Deleuze ve Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni projesinin ilk kitabı olan Anti-Ödipus’ta şunları yazar: “...Çünkü işin doğrusu, Ödipus içine yerleştirildiğimiz, Ödipus’a göre değerlendirildiğimiz andan itibaren oyun biter, üretim ilişkisi olan tek gerçek ilişkiye son verilir. Psikanalizin muhteşem keşfi arzulama-üretimi ve bilinçdışı üretimlerdir. Ama Ödipus’la birlikte bu keşfin üzeri yeni bir idealizm ile hızla örtülecektir: fabrika olarak bilinçdışının yerine antik bir tiyatro geçirilir; bilinçdışı üretim birimlerinin yerine temsil geçirilir; üretken bilinçdışının yerine artık sadece kendisini ifade edebilen bir bilinçdışı geçirilir (söylence, trajedi, düş…).” Deleuze ve Guattari’ye göre Freud psikiyatrinin Luther’i ve Adam Smith’idir. Ödipus ile devrimci gücü bastıran bir burjuva tıbbı inşa etmiş ve bunu kapitalizmin kullanımına sunmuştur.
İlginç bir biçimde tragedyada dikte edilen hikaye nasıl gerçeğe dönüşüyorsa, modern psikiyatride de aynı durum tekerrür eder. Karşınıza çıkan ruh uzmanının kafasındaki tiyatro sahnesini kendi içinizde kurmak için gerekli deliller aranır ve bir şekilde bulunur. “Babanın ölümü” ile ilgili fantezi, gerçekte politik olan aile düzeninden ve günümüzde neoliberal sistemin getirdiği dayatmalardan ve etkilerden izole edilerek üretilmeye devam edilir.

‘KEŞKE BENİM DE BABAM ÖLSEYDİ’

Şimdi Soma’ya odaklansak da Türkiye’nin her yerinde ölmek pahasına çalışan, yaşamdayken mütemadiyen sömürülüp posalarını bırakan insanlar ve olup bitenin farkında olan çocukları var. “Keşke benim de babam ölseydi” diyen çocuklar. Bu sözler, Sofokles’in oyunlarında geçen repliklerden veya Freud’un hastalarının gördüğü rüyalardan alınma değil. Babasının ölmesini isteyenler bu defa etten, kemikten yapılma çocuklar ve gün gibi acıklı bir gerçeği dile getiriyorlar: bu topraklarda birçok insan aileleri için hayatlarını feda ediyor. Yeraltlarında, inşaatlarda yavaş yavaş hayatı tüketerek ya da dolaysızca öldürülerek. Sağlıksız koşullarda çalıştırılan, yatırılan ve cebine insanca yaşamaya yetecek kadar para girmeyen sayısız emekçinin ölmediğini mi sanıyorsunuz? Soma’daki çocukların söyledikleri, hepimizin bildiği bazılarımızın ölmesi gerektiği üzerine kurulu bilinçle bağlantılı. Sosyal devlet kavramını desteklemekten uzakta, insanları acizliğe itmekten ve biat etmeye zorlamaktan daha önemli işlevi olmayan yardımlarla babalarının ölümü arasındaki bağlantıyı tam olarak anlatıyor. Şimdi babalarının günü gelince kendilerinin ölmeleri gerektiğini fark eden çocuklar konuşuyor.
Antik Çağ Yunan trajedileri ile Yeni Türkiye’de yaşanan olaylar arasında farklar olacak elbette. Çocukların hissiyatı onlara ait bir patolojiyi değil, işçilerin sistematik olarak katledildiği bir ülkedeki durumu yansıtıyor. Eğer öyle değilse, ruhbilimciler hediye ile babalarının ölümü arasında nasıl bir ilişki vardı peki, bunu açıklasınlar; veya mümkünse iki konunun ilgili olmadığını anlatsınlar. Bugün, ruh sağlığımızı yerle bir etmeye niyetli bu sistemde Freud’un aşırı yorumlarından çok daha fazlasına ihtiyacımız var.

Evrensel'i Takip Et