11 Ocak 2015 03:52

Kampüsçüler sağa, külliyeciler sola

Tam o dönemde de “köprü yapılmalı mı, yapılmamalı mı?” tartışmalarını unutturan, gayet iyi bir refleks değil miydi bu isim. Semboller üzerinden yürütülen bu suni, kültür endüstrisi eksenli tartışmalar, Türkiye’de pek çok tartışmanın sağlıklı ilerlememesinin de zeminini besliyordu.

Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nin Merkez Kampüsü temel atma töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmacıydı. Erdoğan konuşmasında “Kampüs” kavramını kast ederek  “Acaba bu isim böyle mi olsa, yoksa bu ismi mahalle mi koysak... Sonra benim aklıma tarihimize gitmek, dönmek geldi. Herhalde buna ‘külliye’ daha güzel olur, dedim. Bu yeni dönemde bir ilk olur, dolayısıyla Esenboğa Kampüsü yerine Esenboğa Külliyesi Temel Atma Töreni çok daha isabetli olur diye düşünüyorum” demesiyle sosyal medyada kızılca kıyametin kopması bir oldu. Arama motorlarından Türk Dil Kurumu sözlüğüne girenler, “kampüs” yerine önerilen “külliye” kavramının anlamını: “Bir caminin çevresinde cami ile birlikte kurulmuş medrese, imaret, sebil, kitaplık, hastane vb. yapıların bütünü” olarak sayfalarında yayınladı. Bu tanıma dayalı olarak da üniversitelerin “gerici” bir modelle yeniden yapılandırıldığı yorumlarını yaptılar. Eğitim sorununun, isim değişikliğiyle olmayacağını söyleyenler de vardı. Karşı bloktan hemen “külliye” isminin ne kadar doğru olduğunu sahiplenenler çıktı. Cumhuriyet rejiminin bizi geçmişimizden kopardığı, Müslüman ve Türk kültürünün sahiplenilmesi gerektiği tezleri hızlıca yükseldi.

SEMBOLLER SAVAŞINDA BAĞLAM YOKLUĞU

Semboller savaşını, TDK sözlüğündeki “kötü” tanımın vekaleti eşliğinde yürütenler, belli ki tarihsel bağlamıyla “külliye” hakkında pek az fikir sahibiydi. Türklerin Müslümanlık öncesi yerleşik döneminde, “külliye” tarzı sosyal yaşam alanları vardı. Bu bütünlüklü mekan yaklaşımı, eski Türklere, Budizmle etkileşimden geçmişti. Eğitim, sağlık, alış-veriş ve diğer kentsel hizmetlerin üretildiği, kamusal ihtiyaçların ortak bir alanda karşılandığı yapı bütünlüğüydü “külliye”. Anadolu’ya gelen beylikler de külliyeler kurmuştu. Türklerin Müslümanlaşmasıyla birlikte, bu kamusal yapı bütününü Selçuklular ve daha sonra Osmanlılar geleceğe taşımıştı. Selçuklu ve Osmanlı döneminde cami, kamusal bir alan olarak da “sosyal adalet ve kulların eşitliği” öğretisinin işlendiği bir merkez konumuna kavuştu. Eğitim kurumları da külliyenin önemli odaklarından birisi olmuştu. Külliyelerde eğitim parasızdı. Osmanlı döneminde külliyeler, hem resmi devlet ideolojisinin üretildiği, sosyal dayanışmanın örgütlendiği hem de sosyal adalet ve eşitlik öğretisinin geliştirildiği kamusal mekanlardı. Külliye, devletin ve halkın zenginleşmesinin en somut göstergesiydi. Peki, hangi üniversitemiz külliye olmayı hak ediyor? Hangi üniversitenin kamusal bir mekan niteliği var? Hangi üniversitede eğitim parasız? Hangi üniversite sosyal adalet ve eşitlik idelerini örgütlüyor? Demek ki ortada bir külliye falan yok. Ortada olan şey, “Bizim üniversitelerimiz.” Kampüs, Külliye olunca gerici olmayacağı gibi, mevcut kampüslerin ilerici olduğunu söylemek de akıl tutulmasıdır.

HIZLI GİDEN AT, ESENBOĞA

Eğer ortada sahici bir “kültür” çatışması olsaydı, önce şu kavramlar doğru kullanılırdı. Külliyeci cephe, Erdoğan’ın “Esenboğa Kampüsü” yerine “Esenboğa Külliyesi” ifadesini pek beğenmişti. Ancak, Timur’un Ankara Savaşı sırasındaki önemli komutanı Esenboğa’nın isminin kampüse verilmesine pek aldırış etmemişti. Yıldırım Beyazıt’ı yenen Timur’un komutanı Esenboğa, savaş meydanında külliye ile bir kez daha tarih sahnesine çıkıyorsa, Osmanlı’yı yüceltmek isteyenler, bir yerde hata yapıyordu.
Yok eğer, kampüsçü cephe, TDK sözlüğüne bakıp 140 karaktere sarmadan önce neymiş şu “külliye” diye azıcık bakmış olsaydı, “Böyle külliye olmaz” derdi. Kamusal alan kuramayan bir yerleşime külliye denemez, demek gerekirdi. Şehrin dışında, Ankara’nın Esenboğa kapısının dışında kurulan bu külliye olsa olsa “Menzil külliyesi” olur, derlerdi. Kervanların geçerken uğradığı, dinlendiği ve sonra da terk ettiği bir yerdi menzil külliyeleri.

ETE KEMİĞE BÜRÜNMEMİŞ BÜYÜCÜLÜK

TOKİ tarafından ihale edilen Yıldırım Beyazıt Esenboğa Merkez Kampüsü inşaatının projelerine bu bağlamda bakma gereği duydum. Yerleşke, Timur ile Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşını yaptıkları meydana kuruluyordu. Külliyecilerin içi rahat olsun. İlk etapta yapılacak 12 fakülte binasının dış cephesi Neo-Selçuklu mimari tarzıyla yapılacak. Kampüsçülerin de içini ferahlatmak lazım, mimari proje bir külliye olarak değil; bir üniversite kampüsü olarak tasarlanmış. Bu nedenle ortada yine Türk usulü bir deve kuşumuz var.
Gericilik ve ilericilik tartışmasını, semboller savaşı haline getirenlerin kendince haklı gerekçeleri elbette vardır. Üçüncü köprünün adının Yavuz Sultan Selim konulması gibi. Tam o dönemde de “köprü yapılmalı mı, yapılmamalı mı?” tartışmalarını unutturan, gayet iyi bir refleks değil miydi bu isim. Ya da ODTÜ ormanı içinden geçen yolun üzerindeki katlı kavşağın adı “1071 Malazgirt” değil miydi? Semboller üzerinden yürütülen bu suni, kültür endüstrisi eksenli tartışmalar, Türkiye’de pek çok tartışmanın sağlıklı ilerlememesinin de zeminini besliyordu.

ÜNİVERSİTE DEDİĞİN KAÇ BİNA?

Ali Kuşçu’yla övünen ve fakat Cahit Arf’ı, Ali Nesin’i okumayan bir nesilse yaratılacak olan; dünün tekrardır, kültür devrimi dedikleri. Matematik bilmeyen, fen bilimlerinde ikmale kalan asımın nesillerini hor görenler de “seçkinci” eğitim ütopyalarıyla geleneği taşıyamaz. ODTÜ sembolünün karşısına Yıldırım Beyazıt sembolünü çıkartarak, kültürel ivme yakalanamaz. Cinnah’ta bulunan eski Bayındırlık ve İskan Bakanlığı binasının Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’ne devri sonrasında bu tek binanın “kampüs” olarak anıldığını hatırlamıyorsanız, “külliye” tartışması yaparken de biraz sakin olmak gerekir. Eğer, bilimsel, eşit, anadilde eğitimi esas alan; kamusal alan niteliği taşıyan, kültürel ve doğal çeşitliliği insani var oluşun odağı haline getiren; saygıyı, birlikte yaşamayı, eşitliği, adaleti ve özgürlüğü geliştiren bir kamusallaşma örgütlenecekse, varsın adı külliye olsun. Yoksul çocukları, İbn-i Haldun, İbn-i Batuta okuyacaksa, coğrafyanın sınırlarını “milli bakiyemiz saymayacaksa”, ırkından, dilinden, teninden, inancından, cinsiyetinden, cibilliyetinden ötürü hor görülmeyecekse varsın külliyeler kurulsun. Modernleşme pratiği içinde Osmanlı ile bağını kopartan, sonra da bir karşı hamleyle köy enstitülerini yıkan bu burjuva eğitim pratiğimizde yeni bir bağlam yaratılmadığı sürece mevcut semboller savaşının kör bıçağıyla kurucu bir kamusallaşma inşa edilemez. Ne geçmişi sahiplenmek tek başına gericiliktir, ne de evrensel değerlere yaslanmak tek başına ilericilik göstergesidir. Tarih bu nedenle tren rayları üzerinde akmıyor. Lokomotif kadar köstebekleri de bilmek gerekir.

ÖNCEKİ HABER

Cizre’den HDP’ye: AKP’nin ‘Sürdürülebilir’ Çatışma Rejimi

SONRAKİ HABER

Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızdaydı boşluğun

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa