Kadın düşmanlığı rüzgârını nasıl tersine çevireceğiz?
Bakanlığın “gizli” şiddet araştırmasının gösterdikleri, İstanbul Sözleşmesi’nin akıbeti, Aile Paketi’ndeki “fişleme” tehlikesi ve kadınlara dönük muhafazakar saldırılar… Av. Hülya Gülbahar yanıtlıyor: Ne yapmalı?
Sevda KARACA
Bakanlığın “gizli” şiddet araştırmasının gösterdikleri, İstanbul Sözleşmesi’nin akıbeti, Aile Paketi’ndeki “fişleme” tehlikesi ve kadınlara dönük muhafazakar saldırılar… Av. Hülya Gülbahar yanıtlıyor: Ne yapmalı?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın “gizli şiddet araştırması”nın gösterdiği vahim sonuçlar, hükümetin, getirdiği yükümlülükler nedeniyle İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamaktan pişman mı olduğu sorusu, toplumda giderek daha fazla etkili olan ekran önü din adamlarının kadınlara ve kız çocuklarına yönelik sözleri, Aile Paketi’nin kadınlara “vaat ettiği” karanlık, ve tüm bunlara kadın hareketinin müdahalesi… Gündemde kadınlarla ilgili bir çırpıda sayılabilecek bu devasa başlıkları bir röportaja sığdırmak kolay değil. Bütün bunları birbiriyle bağlantılı bir biçimde konuşmak için Avukat Hülya Gülbahar’ın kapısını çaldık. Gülbahar, AKP iktidarıyla birlikte kadın hakları konusunda tersten esmeye başlayan rüzgara karşı kadınların ortak mücadelesinin toplumun tüm kesimleri için bir direnç noktası oluşturduğunu düşünüyor. Ancak, bunun için gösterilmeyenin arkasındaki gerçekleri görmek ve açık yüreklilikle tartışmanın çok önemli olduğunun da altını çiziyor. Röportajımızın ilk bölümü kadına yönelik şiddetin geldiği nokta, Bakanlığın “gizli” şiddet raporunun gösterdikleri ve İstanbul Sözleşmesi’ne dönük tartışmaları içeriyor.
Hülya Gülbahar’ın, kadınların kazanımları bu kadar somut bir biçimde geriye götürülürken “laiklik, eşitlik, hak, özgürlük” gibi temel kavramlar üzerinde dönen tartışmada kadın hareketinin tutumuna dair söyledikleri ise ayrıca çarpıcı.
Altı yıldan beri kadına şiddetle ilgili verileri paylaşmayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması’nın ikincisini yaptı, ama sonuçları kamuoyundan gizledi. Hürriyet Gazetesi ön rapora ulaştı ve verileri paylaştı. Sizce böyle bir araştırma neden gizlendi?
İktidarın temel argümanları, şiddetin artmadığı, görünür olduğu; devletin her türlü önlemi aldığı, ama “dinden imandan çıkmış, elleri kırılası” kimi erkeklerin bir türlü durdurulamadığı; kadınların da erkeklerle aynı haklara sahip olmak istediği için bu şiddeti kışkırttığı… Her ciddi araştırma bu argümanları çürüteceği için sadece kısa bir ön rapor açıkladılar ve bu açıklama toplantısına“soru almak istemiyoruz” diyerek basını ve kadın örgütlerini çağırmadılar. Çünkü bu gerçeklerin medyada ve kamuoyunda tartışılmasını istemiyorlar. Oysa, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde zaten devletler şiddet verileri toplamak ve Avrupa Konseyi’ne vermek zorunda. Üstelik bu verilerin toplanma yöntemi konusunda da, Konsey kriterlerine de uymak zorunda.
Araştırma Türkiye’de her 10 kadından 4’ünün şiddete uğradığını, 2008’den bu yana şiddet oranlarında bir değişme olmadığını gösteriyor. Kadınların yüzde 89’u şiddete uğrasalar da hiçbir yere başvurmuyor, neden olarak da nereye başvuracaklarını bilmemeleri yer alıyor. Bu rakamlar ne gösteriyor?
İspanya kapsamlı bir şiddet yasası çıkardıktan 1 yıl sonra kamuoyu nezdinde bir araştırma yaptı. Görüldü ki halkın yaklaşık yüzde 76’sı yeni kanundan haberdar. Kanunun bilinmesi uygulanmasının, caydırıcılığının en önemli önkoşullarından biridir. Ama Türkiye’de hiçbir zaman böyle bir çalışma yapılmadı. Yasa kadınlara yeterince tanıtılmadı ve tanıtılmıyor, ben bunun sistemli, bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Öte yandan yasanın uygulanması için ilgili kurumlara başvuran kadınlar da yasanın kendilerine sağladığı bir yarar göremiyorlar. Komşularının, akrabalarının çantalarında koruma kararlarıyla adliyelerde öldürülmesi örneklerinde olduğu gibi, devlete başvurunca da bir şeyin değişmediği, devletin etkili hiçbir destekte bulunmayacağı bilgisi de kadınlar arasında oldukça yaygın. 2008’de kadınların yüzde 92’si hiçbir kuruma başvurmadığını söylemişti, yeni bir yasa çıkartılmasına rağmen sadece yüzde 3’lük bir artış, devletin kadınlara hiçbir biçimde güven vermediğini ortaya koyuyor.
Son araştırma, iktidarın “kutsal annelik” propagandalarının da hiçbir işe yaramadığını ortaya koyuyor: 2008’de her 10 gebe kadından biri şiddete uğruyordu, 2014’te de ayrı rakam! Söylemde “cennet anaların ayakları altında”, gerçek hayatta ise, analar erkeklerin ayakları altında!
Bu rakamlarda başka bir sorun var: Devlet, kendi ürettiği rakamlarla sadece kadına karşı şiddet ve cinskırımı saklamakla kalmıyor; “kadınlar da erkeklere şiddet uyguluyor” diyerek sahte istatistikler üretmeye çalışıyor. Bizler niye 2014’te kadınlar tarafından öldürüldüğü söylenen 76 erkeğin haberlerini okumadık? Niye etrafımızda bu kadar kadın öldürülürken, kadın failli bir erkek cinayetine rastlamıyoruz? Çünkü, canına tak etmiş kadınların, başka hiçbir çözüm yolu bulamadığı için başvurduğu “erkeği öldürmek” hali istisnai bir durum. Ama devlet şu anda, tüm gücünü seferber edip, bu istisnai hali propaganda ederek tüm yasa ve uluslar arası sözleşmeleri yok saymak istiyor.
İktidarın tüm bu çabalarına rağmen, tarihe not düşelim ki, Emniyet Genel Müdürlüğü, TBMM Komisyonu’na, “aile içi şiddet olayları ve mağdurları açısından 2014 yılında bir önceki yıla oranla yüzde 33 artış yaşandığını” itiraf etmiş bulunmaktadır. Bu rakam, hem “şiddet artmıyor, bizim çabalarımız sayesinde görünür oluyor” diyen iktidara bir “kapak” olmuştur; hem de şu ya da bu nedenle, iktidarın bu söylemine bir biçimde destek vermeye devam eden “kadın” örgütlerine…
Bu son araştırma, şiddet yasalarının, uygulayıcılar tarafından da tam olarak bilinmediğini ortaya koyuyor. Şiddetle mücadele deyince ilk olarak “şu kadar kişiye eğitim verdik” savunusu yapan bir iktidar açısından bu çok ironik değil mi? Şiddetle mücadele kapsamında neredeyse en çok bütçeyi eğitimlere harcıyor olmasına rağmen bu durum nasıl açıklanabilir?
Bu eğitimlerde Türkiye yasaları açısından artık suç olan “evlilik içi tecavüz” konuşulabiliyor mu? Evlilik yaşı? Hayır. Bu eğitimlere kadın hareketinin, alanda çalışmış uzmanları katılabiliyor mu? Her daim hayır. Örneğin ben Hülya Gülbahar olarak yıllardır, gerek Adalet Bakanlığı’nın gerekse İçişleri ve Aile Bakanlığı’nın yaptığı eğitimlerden vetoluyum. Adımı gördükleri anda “veto” yiyorum. Kadın hareketinde mücadele eden birçok kadın da aynı vetoyla karşılaşıyor. Bu eğitimlerin çoğunda iktidarın kafasındaki “babaya/kocaya hizmet ve itaatte kusur etmeyecek kadınlara haksızlık edilmesin” vurgusu var. İtiraz edenin adeta “katli vacip” propagandası…
Bu eğitimlerin çoğu AB fonları ile yapılıyor. Milyonlarca Euro dönüyor bu işlerde… Burada AB bürokratları, Türkiye bürokratları/siyasileri ve “partner” bir-iki kadın STK’sı işbirliği var. Milyon Euro’lar harcanmış oluyor, belki de binlerce kadın / meslek uzmanı bu eğitimlere çekiliyor ve sonuç olarak hayata, bu hayatın sahici sorunlarına dair tek kelime duymadıkları bi garip eğitim sürecinden, gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayacak bir “sertifika” ile ayrılmış oluyorlar. Kadınların elinde hiçbir işe yaramayacak bir kağıt parçası ve eğitimi organize eden AB/Türkiye tarafındakilerin cebinde milyon Eurolar!?
Ben bu eğitimlerin yüzde 90’ının bürokratlar-yandaş STK’lar arası para paylaşmaktan başka hiçbir işe yaramadığını düşünüyorum. Tarih bence dünyanın tüm devletlerini bu konularda yargılayacak. AB fonu diye gelen para, o ülkelerin kadın/erkek emekçilerinin hayatlarından çalınmış olan paralar. Bu ülkenin kadın/erkek emekçilerinin hayatında anlamlı bir fark yaratmadan buharlaşıyorsa, bunun hesabını sormak hepimizin görevi. Bu konu Türkiye Hükümetine dair 14-25 Aralık operasyonlarında sorulmadı ise, hiç sorulmayacak anlamına gelmemeli.
Üçüncü konu, mesleki eğitim. Mesleki eğitim aslında anaokulundan başlar. Anaokulundan itibaren, eğitim müfredatının içine koymadığınız bir şeyi sonradan öğretmeniz zordur. 500 tane polisi bir salona toplayıp 1 saatlik bir powerpoint sunusuyla mesleki eğitim yapmış olmazsınız. Ortalık çekmecelere atılan, CV süsleyen sertifikalardan geçilmiyor!
Kadınların ve uygulayıcıların haklardan “bihaber” olduğunun bu kadar açık biçimde ortada olduğu Türkiye’de Bakan İslam kadın cinayetlerinin çok gündem olmasından yakınmış ve “şiddet nedeniyle Türkiye’de 170, Almanya’da ise 303 kadının öldürüldü. Almanya’daki durumu hiç duymuyoruz ama Türkiye’dekini sağır sultan bile duyuyor” demişti…
Ve bu rakamlara anında Almanya’dan yalanlama gelmişti. Verilerini düzenli toplayan bir ülkede böyle bir çarpıtmaya 1 dakika içerisinde cevap verilir. Almanya’da eşleri tarafından öldürülen kadın sayısı 80 olarak açıklandı, bunların 18’i Türkiye kökenli erkekler tarafından öldürülmüş! Kendi elinde kadın cinayetlerine ilişkin istatistik olmayan, olsa bile bu istatistikleri gizleyen bir bakanlığın başka ülkelerden daha iyi durumda olduğunu iddia ederken bir yutkunması gerekir. Bir ülkede günde 5 kadın öldürülmesi tabi ki dünya çapında yankı yaratacak, ne bekliyorlar? Türkiye’de iktidarıyla muhalefeti hala umursamasa da bu ülkede cinskırım yaşanıyor ve bütün dünyanın da ilgisini çeken bir olgu bu.
HÜKÜMET İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN PİŞMAN MI OLDU?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı İslam’ın Türkiye’nin ilk imzacı olmakla övündüğü İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin imzasının geri çekilmesine dair bir önerisi olduğu konuşuluyor. Bunun bir gerçekliği var mı?
Bu, son derece kritik önemde bir iddia. Bu konuda çıkan haberlere şimdiye kadar bir yalanlama gelmedi. Eğer gerçek olmasaydı aile bakanının derhal yalanlaması gerekirdi.
Neden imzanın geri çekilmesini istiyor olabilir?
6284 sayılı yasanın uygulanmaması ile aynı nedenle… Bakan İslam büyük ihtimalle bu yasanın da iptal edilmesini istiyordur. Çünkü kadına yönelik şiddetle mücadelenin ailenin birliğine zarar verdiğini, kadın-erkek eşitliği duygusu yarattığını, kadınların haklarını aramaları konusunda özendirici olduğunu, hak arayan kadının ise aile ve toplum açısından tehdit olarak görüldüğünü düşünüyor siyasi iktidar.
Siyasi iktidar ve içindeki kimi hizipler örneğin kadınların mirastan eşit pay alması gibi, zorla evliliklerin önlenmesi gibi alanlarda Türkiye hukukundaki düzenlemeleri bile hiçe sayan söylemlere sahip oldukları için her fırsatta yasaların da bu yönde değişmesi için girişimde bulunuyor. Hüseyin Üzmez olayından sonra Yargıtay üyeleri, gazeteciler, iktidar üzerinde etkili olabilecek bütün isimler Ankara’ya doluşup kanunun değişmesini ve çocuklar için cinsel ilişki yaşının Hüseyin Üzmez’i serbest bırakacak şekilde aşağıya çekilmesi için uğraşmışlardı. Aynı şekilde AKP MYK üyesi Halil Ürün, çok eşliliğe razı etmek için eşi Esma Ürün’e şiddet uyguladığında kadına yönelik şiddet vakalarının şikayete bağlı olması ve kadın davadan vazgeçtiğinde düşmesi konusunda yasa değişikliği için Ankara’da çok uğraşan olmuştu. Kadınların hukuki kazanımlarını sindirememiş olan ve ilk fırsatta onları geri almak isteyen hatırı sayılır bir çoğunluk var Türkiye’de. İstanbul Sözleşmesi bu anlamda bu girişimleri en azından ertelemeyi sağlayacak önemli bir sigorta kadınlar açısından.
Böyle bir sigorta sağlamış olmaktan pişman olduğunu mu düşünüyorsunuz iktidarın?
Önce Avrupa Konseyi pişman mı diye sormak lazım! Sadece Avrupa Konseyi üyesi ülkeleri değil, bütün dünyayı ilgilendiren, tarihsel olarak büyük önem taşıyan ve etkisini on yıllarca sürdürecek bu sözleşmenin eşitliğin uluorta tartışmaya açıldığı bir ülkenin adıyla anılması pişmanlık yaratmaz mı? Ama sonuçta adı Türkiye ile özdeşleşmiş bir sözleşmeden Türkiye’den imzasını çekmesi uluslar arası hukuk ve siyaset tarihine geçecek bir skandal olur. Zaten aile bakanının böyle bir şeyi teklif edebilmesi bile akıl almaz bir durum.
‘SİVİL DEVLET KURULUŞLARI’YLA ŞİDDET ÖNLENEMEZ
Sözleşmenin uygulanmasını denetleyecek uzman grubuna kimin gönderileceği iktidar müdahalesiyle Erdoğan’ın kızının ve Davutoğlu’nun eşinin etkin olduğu kadın örgütlerince belirlenecek bir süreç haline getirildi. Nasıl yorumluyorsunuz bu müdahaleyi?
Burada önemli olan sözleşmenin kendisi ve ruhu. Türkiye’nin uzmanlar komitesine önereceği adayın şu anda Avrupa Konseyi tarafından seçilip seçilemeyeceği de tartışmalı. Süreci bu şekilde yürüttüğü için, Türkiye kadın hareketini dışarıda bırakan Türkiye’nin bu tutumunun bir karşılığı tabi olacaktır. Hükümetle bağlantılı örgütlerle bu süreci götürecek olması da iktidarın İstanbul Sözleşmesi içeriğini hiçbir şekilde anlamadığını ya da kasıtlı olarak anlamazlığa geldiğini gösteriyor.
Kadın örgütleri “hükümete yakın örgütlerle şiddetle mücadele edilmez” eleştirisi sunduğunda Nihal Bengisu Karaca, Esra Elönü gibi muhafazakar kadın yazarlar da “AKP’li kadınlar da kadın örgütü kurabilir, illa sizin çizginizde mi şiddetle mücadele etmek zorunda herkes” diye yazdılar. İktidarın kendi fikrini destekleyen kadın örgütleriyle bu süreci götürmesinin normalleştirilmesi söz konusu. Ne dersiniz bu eleştirilere?
Sivil toplum örgütlerinin bir numaralı özelliği adı üzerinde hükümet dışı örgütler olmalarıdır, hükümetin talimatıyla, onun politikalarını desteklemek üzere oluşturduğunuz, hükümetin başının toplantınıza gelip dünyanın önünde size talimat verdiği, kadın-erkek eşitliğini yok etmeye çalıştığı örgütlere sivil toplum örgütü denmiyor. Dünyanın GONGO diye tanımladığı, iktidarlar tarafından şişirilen, gerçek sivil toplum örgütlerinden rol çalan örgütlere SDK – sivil devlet kuruluşu- deniyor. Onun için bir örgütün kurulu olduğu alana yararlı olup olmadığını görmek için, bir; bağımsız duruş sergileyip sergilemediğine, iki; kurulu olduğu alanın sorununu gerçekten çözecek bakış açısına sahip olup olmadığına bakmak gerekiyor. Kadına yönelik şiddetle uğraşıyorum derken şiddete mazur ve meşru gösterecek gerekçeler üretip şiddet uygulayıcıyı aklayan, şiddete maruz kalanı suçlayan politikalar oluşturduğunuz zaman kadına yönelik şiddetle mücadele etmiş değil, bizatihi şiddetin üreticisi olmuş oluyorsunuz. O nedenle kadın erkek eşitliğine karşı propaganda yaparak kadına yönelik şiddetle mücadele edilemez.
MECLİS KOMİSYONU’NDAN SONUÇ BEKLEMEK SAFDİLLİK OLUR
Kısa zaman önce mecliste “Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerini Araştırma Komisyonu” kuruldu. Meclisin bu şiddet tablosu karşısında yapması gereken şiddetin sebeplerinin araştırılması mı?
Bu komisyona benim ilk tavsiyem geçtiğimiz dönemde yine mecliste kurulan kadınlara ve kız çocuklarına yönelik namus cinayetlerinin ve şiddetin önlenmesi komisyonunun raporunu okumaları. Okumaları üç ay sürer zaten, binlerce sayfadan oluşuyor çünkü. O raporun hemen arkasından, 2008’de Başbakanlık Genelgesi çıkarılmıştı, üniversitelerden medyaya, hastanelerden emniyet teşkilatına kadar tüm kurumların yapması gerekenler tek tek sayılmıştı. Bunları takip etmek üzere kadınlarla ilgili alanda Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’ne (KSGM), çocuklarla ilgili alanda SHÇEK’e görev verilmişti. Tüm kurumlar KSGM’ye ve SHÇEK’e her üç ayda bir kadınlar ve çocuklarla ilgili yaptıklarını ve yapmayı planladıkları faaliyeti raporlayacaktı. Bugün SHÇEK diye bir kurum kalmadı, KSGM de kadın örgütlerinin itirazı nedeniyle kapatılamadı ancak kağıt üzerinde bir kuruma dönüştürüldü. Bütün bu olan biten bize benzer komisyonlardan etkili bir sonuç çıkmasını beklemenin safdillik olduğunu gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin çözmek istemediği sorunları komisyona havale etme geleneğinin bir tekrarını görüyoruz. Mesele kadına yönelik şiddetin toplumsal bir sorun olup olmadığını görme meselesi. Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele etme kararlılığı yok. Tam tersine bizzat söylemleriyle kadının toplumdaki rolünü anneliğe indirgeyen politikalar dizisiyle zaten kadına karşı şiddet ve aşağılamayı bütün bir topluma yaymaya çalışan bir iktidarla karşı karşıyayız.