Suyun üstündeki gül yaprağı
Hikâyenin gizemini bozma pahasına, dervişimiz gence, “doluyuz, seni alacak yerimiz yok” demeye çalışmaktadır. Bunu, harflerin sesiyle dağıtmadan, genci incitmeden, kendine saygısını yitirmeden nasıl söyleye-ceğinin yolunu böyle bulmuştur. Mecazın ötesinde, bir kova su eğretilemesiyle...

Şükrü ERBAŞ*
Sevdiğim bir sûfi hikâyesiyle başlamak, dilerim şaşırtıcı olmaz. Aslında olmasını isterim! Genç adam, dış dünyada bulamadığı neyse, nelerin kırık döküğü, nelerin hevesiyse, katılmak için gelir, zamanın saygın bir dergâhının kapısını çalar. Kapı açılır, aksakallı, binlerce gecenin ve yakarışın esrarından süzülmüş, incecik, hani Edip Cansever'in 'Ben Ruhi Bey Nasılım'da Ruhi Bey için söylediği, “uçuk bir İsa tasviri gibi” incecik bir derviş açar kapıyı. Genç, içinde kocaman, karıncalı, kıpır kıpır bir göl, saygısı kaygıyla gölgeli bir sesle, “dergâha katılmak istiyorum” der. Derviş, dalgınlıktan öte gözlerle bir süre bakar gence. Bir şey söylemeden usulca kapatır kapıyı. Kapı önünde şaşkın kalıverir mürit adayı, Tanrı heveskârı. Kısacık, uzunca, bir zaman sonra kapı açılır. Derviş, elinde ağzına kadar dolu bir kova su, yine bir şey söylemeden kovayı eşiğin üstüne koyar. Sonra, bin yıllık bir bilginin karşılığını bulmak ister gibi gencin yüzüne bakar. Genç, bu sırrı binlerce yıl önceden biliyormuş gibi incecik bir gülümsemeyle çevirir başını, yanı başında katmerlenen gül ağacından bir yaprak koparır ve ağzına kadar dolu kovadaki suyun üstüne bırakır. Derviş, üstündeki esrara yakışan kapalı bir gülümsemeyle, binlerce yıldır aradığı yanıtı bulmanın ağız dil vermez sevinciyle, dergâhın kapısını ardına kadar açar...
Hikâyenin gizemini bozma pahasına, dervişimiz gence, “doluyuz, seni alacak yerimiz yok” demeye çalışmaktadır. Bunu, harflerin sesiyle dağıtmadan, genci incitmeden, kendine saygısını yitirmeden nasıl söyleyeceğinin yolunu böyle bulmuştur. Mecazın ötesinde, bir kova su eğretilemesiyle... Bir yandan da heveskârın nerelerde olduğunu, algısını, hayal hanesinin sınırlarını anlamak istemektedir. Genç, dervişi görmüştür. Zarafetini görmüştür, bilgeliğini görmüştür, içerdeki dünyayı görmüştür. Kendi sığlığında boğulan dünyadan, doğru yere geldiğine inanmıştır. Kapı, sessiz bir alfabeye, onun çağrışım yüklü cümlelerine, dışarının kaybettiği bir sonsuzluğa açılmıştır.
Bu hikâyedeki hayat bilgisi benim için olağanüstüdür. Büyüleyicidir. Anlatımın neredeyse dilden arındığı, simgelerle, çağrışımla, insanın algısına büyük saygıyla, inceliğin büyülü güzelliğiyle, karşısındakine aynı içtenlikle konuşma imkânı veren bir bilgelik bulmuşumdur bu davranışta. İnsanı, elleriyle kurduğu hapishanenin dışına çıkaran arayış; kalabalığa gömülmüş hayatın,göreceli bir yalnızlıkla bir başka biçimde yeniden kurulması imkânı vardır bu eski hikâyede. Hiçbir zaman bir kaçış olarak okumadım bu özgeciliği. Daha birkaç gün önce gencecik bir arkadaşım, Pervane'den, kitaptaki şiirlerden yola çıkarak, “Alevi-Bektaşi ve tasavvuf mistisizmine bakışımı” sordu. Önceleri, ilk gençlik yıllarımda, o kanallardan gelecek her şeyi elimin tersiyle iterdim, dedim. Bugün o kadar keskin bakmıyorum, dedim. İnsanın, hangi zamanda, hangi hayatlar içinde yaşarsa yaşasın, yalınkat bir varlık olmadığını, olamayacağını; geldiği yere binlerce düşünce içinde çırpına çırpına geldiğini söyledim ve dedem Yunus'tan dört dizeyi anımsattım: “Ben ayımı yerde gördüm / Ne ararım gökyüzünde / Bana rahmet yerden yağar / Benim yüzüm yerde gerek.” Ve kendimce can alıcı soruyu sordum: Bu dizelerin bize söylediği hayatı, tevazuu, emekle menevişli güzelliği, insan haysiyetinden dokunmuş bir gerçekliği, Marksist düşüncenin öngördüğü dünyanın ne kadar uzağına koyabiliriz, dedim...
Dostoyevski geliyor aklıma... Sibirya'ya sürgüne giderken, yolcu etmeye gelen ve teselli edecek sözler söyleyeceği yerde ağlamaya başlayan ağabeyine, “üzülme kardeşim, hayat her yerdedir” diyen Dostoyevski. İnsan, hangi dünya içinde soluk alırsa alsın, varlığını hangi düşünce, gerçeklik, inanç içinde var ederse etsin, yaşadığı gerçekliğin yetmediği yerde, yeni sözler yaratıyor; yaratılmış yeni sözlerin ardına düşerek, dilini ve varoluşunu taşa gömen bu donmuş gerçekliğin karşısına bir başka gerçeklik koyuyor. En azından böyle bir çırpınışla, varlığına başka hayatlardan anlamlar, değerler yüklüyor...
Aslında demeye çalıştığım, son günlerde dilime dolanmış olan Pessoa'nın şu çarpıcı sözünde halkalanan hayat ve edebiyat bilgisidir: “Bütün sanatlar gibi edebiyat da, hayatın yetmediğinin bir itirafıdır .” Sanatsal yaratıcılığı elbette yalnızca itirafa, kabullenmeye indirgemiyor bu söz. Böyle bir itiraf bizi, aklımızı ve kalbimizi borçlu olduğumuz, binlerce yıl geride kalmış hayatlara, dünyalara götürecektir. Böyle bir itiraf bizi, içinde var olmayacağımız binlerce yıl sonranın büyüsüyle büyüleyecektir. Biz böylece, bunun bilincinde olalım olmayalım, serçe kuşu kadar küçücük hayatımızda, iç içe geçmiş halkalar gibi insanın ve doğanın bütün varlıklarından oluşan bir sonsuzluğu yaşayarak durmadan çoğalacağız.
Şöyle bir güncele bağlamak bilmem ki ne kadar yerinde olur: Emeğin, barışın, özgürlüğün, devrimin derviş adayı olarak bize düşen, dergâhın kapısını çalan o genç insan gibi bir donanımla, gidip emeğin kapısını çalmaktır, suyun üstüne gül yaprağını koymaktır.
2015
*Şair ve yazar
Evrensel'i Takip Et