Bafra, Kılkış ve Tuzla üçgeninde mübadele
Yıl 1923. O yıl, 30 Ocak’ta Lozan’da Türkiye’yle Yunanistan arasında mübadele sözleşmesi imzalanmış, on binlere doğup büyüdükleri toprakları terk etmeleri buyrulmuştu.
İskender ÖZSOY
Onlar birbirlerini hiç, ama hiç tanımayan iki mübadil.
Biri birinci kuşak, diğeri ikinci kuşak.
Birbirlerini tanımıyorlar ama ortak noktaları var.
Birincisi, ilk nefeslerini aldıkları yer aynı.
Yunanistan’ın Kılkış kenti.
İkincisi İstanbul’un doğdu kapısı Tuzla.
Çok uzun yıllardan sonra gıyaben de olsa tanıştılar; bu kez Tuzla’nın havasını soludular.
“Ortak nokta”ların ne olduğunu öğrenmek için röportajları okumanın zamanıdır şimdi.
………..
Yıl 1923.
O yıl, 30 Ocak’ta Lozan’da Türkiye’yle Yunanistan arasında mübadele sözleşmesi imzalanmış, on binlere doğup büyüdükleri toprakları terk etmeleri buyrulmuştu.
Aynı yılın aralık ayının başlarında günlerinden bir gün, Tuzla.
Gün, Rumlar’ın 1922’nin Eylülünde köyü terk edişlerinden sonra 14 ay sessizliğe bürünen Tuzla’nın sessizliğini köhne Ümid gemisinin yorgun makinelerin homurtusunun bozduğu gün.
Köylerinden pare pare yola çıkıp Ümid’in güvertesinde ve ambarlarında buluşan Kılkışlılardı gelenler.
ONA BABASI BAKTI
O hüzün yüklü geminin yolcularından biri de o günlerde henüz anasının sinesinden dört aylık bebek olan Kılkış’ın Sevindikli (Eptalafos) köyü doğumlu Rasim Serbest’ti.
Şimdi artık Tuzla’da bir çok evde emeği olan “Marangoz Rasim”in, yani “Ramazan Pelvan” oğlu Rasim Serbest’i dinleme zamanıdır:
“Altı kardeş, annem Ayşe ve babam Ramazan’la gelmişiz buralara. Ümid gemisiyle gelmişiz. Doğruca tahaffuzhaneye götürmüşler bizi. Bir tarafta bizler yıkanırken bir tarafta elbiselerimiz yıkanıp temizlenmiş ve kurutulmuş. Rumca ve Pomakça bilen babam Bin Ali Ramazan Pelvan Sevindikli’de subaşı olarak görev yapmış. Annem Tuzla’ya gelir gelmez ölmüş. Ben süt bebeği olarak öksüz kalmışım. Dokuz yaşına kadar bana babam baktı. O yaştayken babam da öldü. Babamın ölümünden sonra ağabeylerimden birinin yanında tarlada çalışmaya başladım.”
İlkokulun ardından Pendik ve Kartal’da ortaokulu giden Rasim Serbest, daha sonra Kuleli Askeri Lisesi’ne girmiş ama daha ilk sene sınıf subayıyla takıştığı için ayrılmış ve ödemesi gereken tazminat karşılığı altı ay askerlik yapmış.
TARHANACI DEDİLER
Yine onun anlattıklarına dönelim:
“Bu kısa mecburi askerlikten sonra 1942-1946 yılları arasında dört yıl normal askerlik görevini yerine getirdim. Askerlik dönüşü inşaat işleri yapmaya başladım. Bir evi her şeyiyle yapıyor. Sahibine teslim ediyordum. 1960 yılında marangoz atölyesi açtım. 33 yıl marangozluk yaptım ve Tuzla’da “Marangoz
Rasim’ olarak tanındım.”
Serbest’in ailesi mübadil olmayı hiç istememiş. İstememişler ama mecbur kalmışlar.
Rasim Serbest de aynı kanaatte. Bu konuda “Yapacakları bir şey yoktu.” diyor.
Peki ya bugün?
Aradan 92 yıl geçtikten sonra mübadele ve mübadillik hakkında ne düşünüyor Rasim Bey.
Öğrenmeye değmez mi?
“Mübadele cefa, mübadil de cefa çeken demek bence. İnsanları huzursuz eden bir uygulama. İyi bir şey değil. Yerini yurdunu kendi rızan olmadan terk ediyorsun. Bir de geldiğin yerde problem yaşıyorsun. Tuzla’nın yerlileri epeyce bir zaman bize ‘tarhanacı’ dedi. Neden? Biz sabahları çorba içiyorduk, onlar çay. Çorba içmemizi beğenmediler. Bu yetmezmiş gibi “pis macır” da diyorlardı. Ama kendini bilenler bize değer verdi. Bir de uzun zaman mübadiller kendi aralarında anlaşamadı.”
SÜRGÜN SÜRGÜN ÜSTÜNE
Hani, röportajın başında “ortak nokta”dan söz ettik ya, şimdi sıra o ortaklığın ikinci konuğunda.
Konuğumuz ikinci kuşak Bafra mübadili Theodoros Pavlidis.
Kılkışlı Rasim Serbest’in bir bakıma hemşerisi Pavlidis.
Doğdukları kent aynı ama köyler farklı.
Serbest Sevindikli, Pavlidis Otmanlı (Divuno) köyü doğumlu.
Bir ortak nokta da Serbest’le Pavlidis arasında, Pavlidis’in Tuzla’yı ziyaret etmesi; gıyaben bile olsa Rasim Bey’le taşıması, onunla aynı havayı soluması.
1943 yılında doğan “Sümüklü Avrat Torunu” Vasiliki’yle “Öksüzoğlu” Eleftherios’un oğlu Pavlidis’in anlattıklarına gelince.
“Ailemden duyduğuma göre bizim oralarda Türklerle Rumlar güzel güzel yaşıyormuş. Bafra’nın çevresinde Rumlar çoğunluktaymış. İttihat ve Terakki Hükümeti yönetiminde ilişkiler bozulmaya başlamış. 1916 yılında anne ve babamın aileleri Kastamonu-Çankırı bölgesine tehcir edilmişler. Babamın annesi Mirofora göç yollarda can vermiş. Büyüklerimiz, 1918 yılında Mondros Mütarekesi imzalananınca iki yıldan sonra evlerine dönebilmişler ama bu sefer de evlerinin Türkler tarafından işgal edildiğini görmüşler.”
İKİNCİ SÜRGÜN
Üç yıl sonra Bafra’daki Rumlar ikinci bir sürgüne gönderildi.
Bafra’dan başlayan sürgün hattı Samsun, Kavak, Havza, Amasya, Turhal, Tokat, Sivas, Divriği, Malatya, Harput, Diyarbakır, Urfa, Halep, Trablusşam güzergâhını takip ederek Beyrut’ta sona erdiğinde yola çıkanların yarısına yakını ölmüş.
Gerisini yine Pavlidis’ten dinleyelim:
“Bu sürgün yolculuğunu annem ve babam sekiz dokuz yaşlarındayken yaşadı. Aylarca dağları aştılar; karlarda, çamurlarda bata çıka yürüdüler, aç ve susuz. Bir yıl sürmüş bu yolculuk. Bafra’dan Beyrut’a; oradan da Pire’ye 1922’nin sonbaharında sona ermiş. Ailem Pire’den Atina’ya giderek bir yıl Zapion devlet yetimhanesinde kalmış. Babamı yetimhaneden halası almış. Annemin ailesi de önce Agrinion’a gitmiş. Çünkü Bafralı oldukları için tütüncülükten anlıyorlardı. Agrinion’da Papastratos tütün fabrikası vardı. Orada çalışmışlar. Bir seneden sonra akrabalarının daveti üzerine Otmanlı’ya yerleşmişler.”
Geçmişin acı anılarıydı buraya kadar anlatılanlar.
Şimdi sıra bugünde:
“Bugüne gelirsek, benim vatanım Yunanistan. Ama anne ve babamın memleketi Bafra. Bafra’dan çok kötü koşullarda ayrılmalarına rağmen böyle. İkisi de Bafra’yı görmek istiyordu. Babamı 1977 yılında götürdüm. Ölmeden Mardar’ı gösterebildim ona. Babam köyünde arkadaşlarını buldu, onları hasretle kucakladı.”