8 Şubat 2015 05:37

Fevzi ÖZLÜER

Okulun üçüncü ayıydı. Yağmurun hornuklara sığmadığı aralık ortasındaydık. Ağlayarak merdivenleri çıktı, iç çekmeleri tüm sokağa yayılmıştı. “Öğretmenliği bıraktım, kimseye hiçbir şey öğretemiyorum” dedi.  Bir römorkun arkasına sığabilen kim varsa, ana, baba, torun, torba canhavliyle önce Müftü Deresi’nin kenarına yerleştiler. Köyden dokuz çocuk okula yazıldı. Üçüyle sınıf arkadaşıydık. Köylerinin boşaltılanlardan dokuzu annemin sınıfındaydı. Türkçe bilen yoktu. Neden öğretmenliğini bıraktığını biliyordum. Tüm ömrünü köy okullarında, çatı aktararak geçiren, duvar ören, dikiş diken, yazı yazan, marangozluk yaparak öğretenler için temas edememek ıstıraptı. Her gün yanlarına gitmeye devam etti, annem.  Aynı dili konuşmasalar da yapacak çok şey vardı. Cemal’in mahallesine birkaç kez beni de götürdü. Cemal, sabahları kara önlüğü, beyaz yakası ve az uykusuyla ön sıramda otururdu. Öğleden sonraları Hilton Oteli’nin deniz dolgusuna taş çekerdi babasıyla. Gece bir türlü bitmezdi, uyku bilmezdi. 
Şehrin en lüks otelini yaparken, harcı, sıvayı, badanayı boyayı öğrendi abileri. Müftü Deresi’nin kıyısında dokuz kardeş, köylerinden kaçırabildikleri dört tavuk, bir de koyunları vardı. Aynı naylon tentenin altında, bir inşaat kalasından direk, iki göz odaydı evleri. Mahalle her gün büyüdükçe, naylon bir şehre büründü Dere’nin kenarı. Belediye şehrin kıyısına sürdü Cemal’i, ailesini ve yakılan tüm köyleri. Çay Mahallesi Müftü Deresi’nin az büyüğü bir nehir olmuştu. Naylon brandalar, briketle dökülmüş sokaklara dönüştü.
Cemal ile bağımız hiç kopmadı. Okulunu değiştirdikten sonra da görüşmeye devam ettik. Ortaokul, lise… Yazlık sinemalar ve yerel tiyatrolar. Bildiğimiz ortak dili konuştuğumuz ilk oyunumuzdu, Troyalı Kadınlar. İlk replik hâlâ kulağımda: “Kim krallığına güvenip hüküm sürerse gururla büyük sarayında, kararsız tanrılardan hiç korkmadan, kim kaptırırsa ruhunu mutluluğa safça, baksın bana, bir de sana, Ey Troya.” Şehri arkalarına bakmadan yıkan Akhalılar’a seslenen Andromacha’nın çığlığı da “Keşke korkabilsem! Bu korku eski bir alışkanlık, uzun zamandır öğrendiğini öyle kolay çıkaramazsın aklından”. 
“İşte bizi böyle sürdüler şehrimizden” derdi Cemal, dergi kapaklarının arasında. Çay bahçesinde Homeros’tan tarih öğrenmeye başladığımızda, hep şu soruyu sorardık birbirimize: Bunca acıya kapıları açan Troyalıları nasıl kandırdı bir adam? Akhalılar, on yıl süren savaşın ardından, nasıl oldu da bir tahta atı Troya’nın şehir surlarına dayadığında kandırabildi bir halkı? Kapıda kim vardı? Nasıl olmuştu da Akhalılar’ın Casusu Sinon, içi asker dolu o tahta atı surları yıktırarak şehrin içine sokturmuştu ve tüm şehrin yıkımının fitilini yakmıştı? Hep bu soruyu sorarak büyüdük. Basiret ve hile arasındaki o ince çizginin üzerine basan, iki “canbaz” gibi.
Mersin’e indiğimde bu zemherinin son günü yine buluştuk Cemal ile aynı yerde. İçindeki keklik pırpır etti, aynı hikayeyi bir kez daha anlattı. Şimdi de mahalleden sürmek istiyorlar, TOKİ göz dikti Çay bölgesine, dedi. Biliyordum, gözlerimi kaçırmadan dinledim. Oysa biz bu şehri kendimiz kurduk, naylondan kurduk, parkımızı, yolumuzu kendimiz yaptık, dedi.  Sürerlerse, bu kez de Kobanê’ye gideriz, derken sinirlendi, içlendi, sustu. Biliyorsun, TOKİ’yi davet etmiş başkan Kobane’ye; Akhalıları yani, dedi. Vardır, bir bildiği diyecek oldum, yapıcılar biliyor şehir yapmayı; surları delenler değil sınıf arkadaşım, dedi. Sonra kalktık, kaçak çayın kenarına gittik, Müftü hâlâ bulanıktı ve fakat akıyordu durmadan, denize doğru. Bir kolu daha olsa aynı Tigrit dedi, Cemal; Dicle’yi gözümde canlandırdım.

Evrensel'i Takip Et