Laiklik, demokrasi ve emekçiler
AKP döneminde resmen patlama yapan iş cinayetlerini engellemek için gerekli tedbirleri almak yerine tevekkülü (Allaha teslim olmak, sığınmak) öne çıkarmak, Diyanete bağlı imamların Cuma hutbesinde 'Aşırı tedbir, Allah'a olan güveni sarsar' gibi ifadeler kullanması işçi sınıfının mücadelesi içinde laikliğin neden önemli bir yer tutması gerektiğini gösteriyor.
Dr. Erkan AYDOĞANOĞLU
Toplumlara egemen olan inanç sistemlerinin, tarih boyunca egemen olan sınıfın meşruiyet aracı ve koruyucusu işlevi gördüğüne ilişkin sayısız örnek vermek mümkün.
Türkiye gibi ülkelerde laiklik bir taraftan sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde savunulurken, diğer taraftan Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla “tek din, tek mezhep” anlayışına uygun olarak, devletin denetiminde yaygınlaştırılmasına öncülük etti.
Laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” ile sınırlı olmayan, eğitim ve toplumsal yaşamın hiçbir dini inanç ya da dini kurallara göre düzenlenmemesini ifade ediyor. Laiklik, kişisel bir alan olan inanç alanının ve dinsel etkinliklerin, devlet ve ekonomik yaşamdan ayrı olarak ele alınması, devlet yönetiminin dinsel esaslara ve güce dayanmaması, devletin bütün inançlar karşısında eşit mesafede ve tarafsız olması demek.
AKP iktidarının gerek günlük yaşamda, gerekse çalışma yaşamında attığı adımlar üzerinden bugüne kadar ortaya koyduğu pratik, her türden inancı istismar ederek toplumu, emekçileri her fırsatta ayrıştırmak, özellikle inanç istismarı üzerinden kamplaşma, ayrışma ve çatışma alanları yaratarak iktidarını pekiştirmek oldu.
AKP’nin işçi ve emekçilerin sadece çalışma ve yaşam koşulları açısından değil, halkın gündelik yaşantısının dini kural ve referanslara göre düzenleme isteğinin arkasında yatan, kapitalist sömürünün ve yoksulluğun pençesinde yaşam mücadelesi veren emekçilerin içine itildiği sefaleti haklı ve meşru gösterme çabası yatıyor.
Türkiye’de özellikle iş cinayetleri sonrasında sıkça kullanılan “Takdir-i ilahi”, “kader” ya da “fıtrat” gibi ifadelerin, iş cinayetlerinde kapitalist sistemin ve patronların sorumluluğunu gizleyen bir işlev gördüğüne ilişkin sayısız örnek vermek mümkün. Örneğin Soma işçi katliamında evlatlarını kaybeden ailelere dini telkin için gönderilen cemaatlere mensup kişilerin “Çocuğunuz madende şehit olduğu için cennete gidecek, siz de onun kontenjanından cennete gideceksiniz” sözü üzerine bazı işçi ailelerinin devlete dava açmaktan vazgeçmeleri, böylesi dini bir söylemin madenci aileleri üzerindeki etkisini görmek açısından önemli.
Devletin, inanç alanına girerek elindeki olanakları kullanıp, devleti bir dinin ya da inancın, Türkiye’de olduğu gibi, belli bir mezhebin savunucusu ve destekçisi durumuna getirmek yönündeki girişim ve uygulamalarla, başta eğitim kurumları olmak üzere, emekçilerin günlük yaşantılarının her alanında fabrikada, işyerinde karşılaşmak mümkündür.
AKP döneminde resmen patlama yapan iş cinayetlerini engellemek için gerekli tedbirleri almak yerine tevekkülü (Allaha teslim olmak, sığınmak) öne çıkarmak, Diyanete bağlı imamların Cuma hutbesinde “Aşırı tedbir, Allaha olan güveni sarsar” gibi ifadeler kullanması, greve çıkan işçilere yönelik olarak “Greve çıkmak caiz değildir” gibi patronların çıkarını gözeten sözler söylenmesi, işçi sınıfının mücadelesi içinde laikliğin neden önemli bir yer tutması gerektiğini gösteriyor.
İNANÇ İSTİSMARINA İZİN VERMEMEK
İşçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik ve siyasal özürlükler için yürüttüğü mücadele ile laik, demokratik, eşit ve özgür bir yaşam mücadelesini birbirinden ayırmak mümkün değil. Türkiye’de sınıf mücadelesinin önemli bir başlığı olan ya da olması gereken laikliğin ihmal edilmesi ya da geri plana itilmesi, en çok siyasi iktidarın işine yarayacak, bugüne kadar olduğu gibi işçilerin inanç istismarı üzerinden bölünmesinin önüne geçilemeyecektir.
Türkiye’de din ve milliyetçiliğin sermaye güçleri tarafından işçi ve emekçilerin sömürülmesinde en etkili araç olarak kullanılmasını önlemek, halkın inançlı kesimlerini “gericilik” söylemi ile karşı tarafa itip, toplumun önemli bir kesimini daha baştan karşısına alarak ya da kaba bir din karşıtlığı propagandası ile olabilecek bir şey değildir. Bu noktada yapılması gereken, dinin kişisel inanç meselesi olduğu gerçeğinden hareketle, siyasi iktidarın kişiye özel olan bu alanla ilgili kendi siyasal çıkarları doğrultusunda kullanarak “inanç istismarı” yapmasına izin vermemek, bu konuda işçi ve emekçiler arasında yaratılmak istenen yapay ayrımların ve fiili ayrışmaların önüne geçecek pratik tutumlar geliştirmek gerekir. Bu konuda sendika ve emek örgütlerine basta olmak üzere ülkedeki tüm emek ve demokrasi güçlerine önemli görevler düşmektedir.
Sermaye ve hükümetlerin kişilerin inançlarını kendi sınıfsal çıkarları için istismar etmeye yönelik girişimleri, ancak farklı inanç, mezhep ve kimliklere sahip olan işçi ve emekçilerin sermayeye karşı ortak sınıf çıkarları etrafında birleşerek yürütecekleri mücadele ile engellenebilir.
Değişik din, mezhep, inanç ve kimlikten emekçilerin gerçek anlamda “eşit yurttaş” olarak kabul edilebilmesi, okulda, sokakta, fabrikada, işyerinde farklı kimlik, inanç ve dünya görüşlerine yönelik her türlü ayrımcılığa karşı somut tutum alacak olan herkesin demokrasi ve laiklik mücadelesinde birleşmesiyle mümkündür.
*Eğitim Sen Eğitim Uzmanı