‘İnancımdan elini çek’ diyebilmek
Kadın-din-devlet ilişkisini düşünelim mesela. Gündemimize nasıl giriyor?
Fulya ALİKOÇ
Türkiye’de bütün toplumsal meselelerin siyaset gündeminde artık yerleşik, oturmuş bir işleme yöntemi var. Önce ‘dedikodu’ şeklinde ve ‘sürpriz’ hissi uyandırarak memleket gündemine sokuluyor... Öyle ki haftalar, bazen günler, öncesinden Başbakan bir ‘açılım’ yapacak ya da ‘paket’ açıklayacak oluyor... Hep beraber “Acaba ne çıkacak?” diye merak içinde bekler hale geliyoruz... Spekülasyon ve dedikodularla “politik karar alma mekanizmasına” sözde katılmış oluyoruz... Zaten söz konusu paket, toplumda asgari düzeyde ortak çıkarları olan kesimleri ayrı kutuplara sıkıştıracak bir içerikte oluyor... Sonra paket açılıyor, hep beraber birbirimize giriyoruz... O hengâme içerisinde paket yasalaşıveriyor.
İKİLEMLER VE KUTUPLAR
Kadın-din-devlet ilişkisini düşünelim mesela. Gündemimize nasıl giriyor? Bir kere Türkiye siyasetini dünya kamuoyuna tanıtan bir başörtüsü tartışmamız var. Bütün tartışma kamusal alanda izin verilmeli mi verilmemeli mi ikilemine hapsediliyor. Bir taraf, başörtüsünü kendi içinde bir özgürlük konusu olarak propaganda ediyor. Özgürlük nedir, serbestlik nedir; kadınların gerdek gecesinde nasıl davranması gerektiğinin devlet tarafından basılan broşürlerde anlatıldığı ya da yoksul kadınların dünya çapında firmalar için evinde üretim yaptığı bir memlekette, kamusal/özel alan ayrımı, işyeri-ev ayrımı ne anlama gelir, diye tartışamıyorsunuz bile. Karşı taraf ise cumhuriyetin kurucu Kemalist ideolojinin “Laiklik elden gidiyor” alışkanlığıyla, başörtüsünün içinde dünyaya, topluma, kendi hayatına dair bir görüşü olan bir insan yaşadığını adeta görmezden gelerek kendi sözde laiklik anlayışını dayatmaya devam ediyor.
Devlet ile dinin ve dini kurumların birbirinden gerçek anlamda bağımsız olması ve inanç –ya da inançsızlık– özgürlüğü ilkelerine dayanan bir laiklik savunusu yapmaya kalktığınızda, bu kutba mensup muamelesi görüyorsunuz. Siz istediğiniz kadar Kemalizmin çarpık bir laiklik anlayışı olduğunu, aslında bir “devlet dini” yarattığını ve toplumda kendini laik diye tanımlayan büyük bir kesimi de bu dine inandırdığını, savunun durun. İşte böyle böyle, ikilemler kutuplaşmalara, kutuplaşmalar başörtülü ve “laik” kadınlar arasında bir husumete, düşmanlığa dönüşüveriyor.
İkilem ve kutuplaştırmanın bir sonraki aşamasında ise aslında bütün halkın çıkarına olan bir talebin sadece belli bir kesime hapsedilmesi geliyor. Örneğin, laiklik mücadelesi, sadece, yıllardır devletin tüm inançlara eşit mesafe koymasını ve dolayısıyla camiler gibi cemevlerine de ibadethane statüsü verilmesini, Sunni-Hanefi inanç dışındaki tüm inançları sapkın ilan eden zorunlu din derslerinin kaldırılmasını talep eden Alevilerin mücadelesiymiş gibi bir algı yaratılıyor. Sonuç olarak laiklik, Sunnilerin gözünde dinsizlik ya da en iyi ihtimalle sapkınlıkla bir tutulur hale gelirken, bu kutuplaşma içerisinde Sunniler de Alevilere “öcü” gibi görünüyor. Ve siz yine, laikliğin, sadece Alevi ya da “öteki” inançlara mensup kadınların değil Sunni kadınların da uğruna mücadele etmesi gereken bir ilke olduğunu bırakın savunmayı tartışamaz hale geliyorsunuz.
YANILSAMALAR VE GERÇEKLER
Tüm bu yanılsamalar silsilesi içinde toplumdaki temel kutuplaşmanın ezenler ile ezilenler, sömürenler ile sömürülenler arasında olduğunu; devletin ezenlerin, sömürenlerin çıkarına işleyen ve gerçek laikliğin olmadığı yerde dini bu çıkarlar için örgütlediğini görmek, göstermek güçleşiyor. Aslında “yüksek siyaset”ten kendi evimizin içine gelene kadar bu mekanizmanın nasıl işlediğini bizzat her gün yaşıyoruz.
Örneğin, Soma’da yaşanan işçi katliamı için dönemin başbakanı “Bu işin fıtratında var” diyor. Diyanet, il müftülüklerine gönderdiği cuma hutbesinde can ve maldan eksilmenin bir imtihan olduğunu söyleyerek, ölen madencilerin yakınlarına sabretmelerini buyuruyor. Her yıl binlerce işçinin sırf patronların kârına zeval gelmesin diye öldüğü, kendini millet iradesinin tecellisi ilan edenlerin iş cinayetlerine fıtrat dediği bu memlekette devletin maaşlı çalışanı olan müftüler, “iş güvenliğinde aşırılık Allah’a güveni sarsar” diye fetva veriyor.
LAİKLİK VE KADININ YAŞAMA HAKKI
İş cinayetine “fıtrat” diyen, “boşanmak istedi, öldürdüm” diyen kadın katillerine haksız tahrik (erkeklik) indirimi uygulayan bu “yüksek siyaset”, ‘Aile Paketi’nde önerilen “yerinde hizmet” adı altında “din görevlileriyle” yeniden evimize girmeye çalışıyor şimdi. Onların ne diyeceği belli; fıtrat diyecekler, kader diyecekler, sabır diyecekler. Asıl mesele, biz kadınlar ne diyeceğiz? Çünkü şimdiye dek asıl içeriğini, ne olduğunu, olması gerektiğini tartışamadığımız ama en temelinde inançların devlet tarafından örgütlenmemesine dayanan laiklik, sadece ezilen bir inanç grubunun talebi olmanın çok ötesinde artık. Peygambere saygı söylemini kullanarak Charlie Hebdo katliamına “tahrik indirimi” uygulayan, kadınları köle pazarında satan, tecavüzcü IŞİD çetelerine el altından silah gönderip sınırlardan geçmesine göz yuman bir başbakanın olduğu yerde “devlete inancımdan elini çek” demek kadının yaşama hakkını savunmakla eşdeğer hale gelmiş durumda. Hem Alevi hem Sunni kadın için...
Dini söylemlerin içeriğinin patronların çıkarlarıyla doldurulması, devletin kurumları aracılığıyla dini örgütlemesiyle mümkündür ancak. Böylece metal grevinin yasaklanmasında da gördüğümüz gibi, ayağa kalkmasından tir tir titredikleri emekçilerin neye inandığını kontrol eder. Sunni Müslüman’a buna inanacaksın der. Elbette Müslümanlar koşulsuz şartsız fetvalara, hutbelere iman eder, itaat eder, demiyoruz. Ama devletin istediği budur. Ve kendi inancının iktidar olduğunu düşünen Sunni bir kadın için ataerki karşısında özgürleşme ve gerçek inanç özgürlüğü de devletin dininden elini çekmesiyle mümkündür.