‘Ulu Hakan’dan ‘Reis’e: İslamcı despot 100 yıldır değişmedi
İktidardayken, siyaseten ‘tek güçlü’ oydu ve dev bir bürokrasi-memurin ağıyla tüm topluma hükmetmişti. Türk sağının bu 'ulu önder'i, takipçilerine, zaman zaman ‘tekerrür’ duygusu uyandıran böyle bir miras bırakmıştı!

Hakkı ÖZDAL
Dişleri dökülmüş ihtiyar bir kurt gibi, son 200 yılı boyunca kendi içine doğru çöken Osmanlı devletinin son dönemecinde; ölümünden sonra da yıllarca, hatta günümüze kadar, politik bir figür olarak kalan, ‘ilginç’, ‘özgün’ bir padişah zuhur etmişti. Abdülhamit, amcası Abdülaziz’in bir tür saray darbesiyle tahttan indirilmesi ve ağabeyinin bir kaç ay süren padişahlığının da “akli denge/ruhsal çöküntü” gerekçesiyle sona ermesinin ardından 1876’nın bir ağustos gününde kılıç kuşandı ve “Memâlik-i Mahrûse”’nin “Korunmuş Memleket”in tepesine oturdu. O başa geçmeden 1 yıl önce, devlet borçlarını ödeyemez hale gelmiş ve moratoryum ilan etmişti. Rusya’nın askeri ve siyasi baskısı dayanılmaz boyuttaydı ve genel huzursuzluk, monarşinin gevşetilmesi ve meşrutiyet talebini yaygınlaştırıyordu.
Genç Abdülhamit, sultan ve halife olmadan önce bir ‘işadamı’ydı. Borsayla ve yabancı elçilerle yakından ilgiliydi. Gençliği boyunca en yakın dostu bir İngiliz işadamıydı ve dönemin ‘devi’ İngiltere’yle daha tahta çıkmadan önce, çok sıcak ilişkiler kurmuştu. İngiltere hükümetinin “fikir ve telkinleriyle” hareket edeceği yönünde teminatlar vermiş ve Britanya’nın Osmanlı elçisi Henry Eliot bunu “güzel umutlar vadediyor” diyerek Londra’ya bildirmişti. Uluslararası siyasetin ve İngiltere-Rusya gerginliğinin çatlaklarına ustalıkla sızdı. 1877-78’de, Çar’ın ordusu Yeşilköy’e dayandığında “Kıbrıs’ı vererek” karşılığında koşulsuz İngiliz desteğini aldı. İlk anayasayı ilan edip ilk meclisi açtı. “Hürriyet” ve “adalet” getireceğini vaaz ediyordu.
Oysa hızla ve kısa sürede bir despota dönüştü; meclisi dağıttı, anayasayı askıya aldı, dev bir hafiye ağıyla bütün muhalifleri izledi ve bu sürek avları sonunda sayısız aydını, muhalifi, zindana ve sürgüne gönderdi. Tüm bunları yaparken servetini muazzam ölçüde genişletti. Doğan Avcıoğlu’nun çarpıcı tespitiyle söylersek, “komprador bürokrasi”nin lideriydi. Devletin ve ülkenin tepesine çöreklenmiş bu aygıtın reisiyken; ‘içeriye’ ve doğunun Müslüman halklarına, halife kimliği üzerinden cilalanan islamcılığıyla bir ‘Ulu Hakan’ gibi resmediliyordu. Bu islamcı ‘Hakan’ın büyük servetinin izi esasen tahttan indirildikten sonra sürüldü. Yıldız Sarayı’nın mahzenlerinde sıfırlanamadan kalmış altın keseleri, İsviçre bankalarında milyonluk hesaplar ve Arnavutluktan Halep’e kadar uzanan muazzam bir emlak zenginliği... İktidardayken, siyaseten ‘tek güçlü’ oydu ve dev bir bürokrasi-memurin ağıyla tüm topluma hükmetmişti. Türk sağının bu “ulu önder”i, takipçilerine, zaman zaman ‘tekerrür’ duygusu uyandıran böyle bir miras bırakmıştı!
BÜROKRASİ ‘MİLLİ İRADE’YE KOŞARKEN
Geçtiğimiz haftanın fırtınalı gündeminde öne çıkan noktalardan biri bürokrasiden siyasete yaşanan akındı. İstihbaratın, sosyal güvenliğin, pancar üreticileri kooperatifinin, demiryolları işletmesinin ve bunlar gibi resmi-yarı resmi kurumların tepesindeki isimler, haziran ayında yapılacak seçimde iktidar partisinden milletvekili olabilmek için görevlerinden istifa ettiler. Kamudaki görevlerinden parti bayrağı sallayarak ayrıldılar ve “yeni devlet”in bürokrasi odalarından ‘Parti’nin merkezlerine iltihak ettiler. O yeni devletin ‘Parti’ tarafından nasıl rezerve edildiğini, karanlıkta çakan şimşek gibi bir anda görülmesini sağladılar. Çok da uzak olmayan bir gelecekte, Haziran 2015 seçimlerinin en karakteristik yanlarından biri, Türkiye’de neredeyse bir ‘tek parti’ rejiminin tesis edilmiş olduğunun en belirgin karinesi olarak olarak görülecek, gösterilecek bu olay.
Ama biz “bugün”deyiz. Çok uzak olmayan bir gelecekte kazanacağı tarihsel anlam bugünden görünecek kadar bariz olsa da karşı karşıya bulunduğumuz durum “şimdi”nin sorunu. Yüzyıldan fazla bir zaman önce yaşanan istibdadın, “tekerrür duygusu uyandıracak” düzeyde simgesel olgu ve olaylarla yeniden vücut bulduğu bir ‘ara dönem’… Başta eğitim olmak üzere, kültür, gündelik yaşam ve hatta siyaset alanının, genellikle zorlayıcı ve ‘tepeden inme’ yöntemlerle “islamcılaştırılması”; dini/dinci motivasyonlarla davranan iş, siyaset, medya çevrelerinin bir çıkar şebekesi olarak topaklanması ‘devlet’te yeni bir duruma yol açıyor ve bürokrasiden Meclis AKP sıralarına yaşanan hücum, bu yeni durumun jeneriğinde yer alma gayreti kadar bir ‘güvenlik içgüdüsü’ nü de akıllara getiriyor. Hükümetin hatta başbakanlık koltuğunun dahi itibarsızlaştığı, ‘güç merkezi’ olmaktan uzaklaştığı koşullarda, bir ‘elektronik oy butonu’ kadar indirgenmiş, siyasal önemi yeni rejimin niteliği karşısında ‘sıfırlanmış’ milletvekilliğinin en cazip yanı, sağladığı dokunulmazlık zırhı olmalı.
10 yılı aşkın süredir, “Anadolu kaplanları”,”Anadolu sermayesi”, “yeşil sermaye”, “KOBİ’ler” gibi çeşitli isim ve lakaplarla anılan islamcı-muhafazakar burjuva kliğinin doyumsuz yükselişini izliyoruz. Ne kadar ezikse o kadar despot, kendine güveni azaldıkça kibiri artan, yamyamca iştahlı ve “din” rabıtasını kullanarak dayanışma halinde duran bu siyaset-işyeri-medya şebekesi 10 yıl önce hayal bile edemeyeceği bir noktada. Tutkulu ve militan siyasi aktörlerin, yerel ve uluslararası fırsatlardan ustalıkla yararlanması sayesinde elde edilen ve bugün artık hukukun tamamen askıya alınmasıyla sürdürülebilir hale gelmiş olan bu iktidar, en sağlam dayanağı olan yeni muhafazakar iş çevrelerinin siyasi bir kavgayı sürdürme konusundaki istekliliği kadar dayanıklı olabilecek. İnşaat, madencilik gibi temel ve en kârlı sektörlerde, binlerce işçinin can verdiği katliamlar sonunda yolun sonuna gelmiş bulunan bu islamcı çıkar piramidinin, geniş seçmen kitlelerini ‘sosyal yardım’ niyazıyla hâlâ maniple edebiliyor olması anayasal-siyasal krizi çözmeye yetmiyor. Bütün bu ‘Anadolu kaplanlığı’ hikayesinin orjininden gelen kurucu siyasi aktörlerin bile “toplum bizden nefret ediyor” diye alarm zili çaldığı bir sıkışmışlık noktasındayız. Laik eğitim isteyen öğretmen ve öğrencilerin din düşmanı ilan edildiği ve hukuken bir garabet olan bu suçlamayla gözaltına alındığı, tutuklanmalarının istendiği bir ‘ara dönem’ bu. Kökleri -bizzat Erdoğan’ın da her fırsatta işaret ettiği gibi- 200 yıl önceye, Tanzimat’a giden bir yarılmanın iki ucundaki rakip kapitalist klikler çatışırken, islamcı klik, grev yasaklarıyla, ‘iç güvenlik’ adıyla paketlenmiş sıkıyönetim hazırlığıyla, “cumhurbaşkanına hakaret” gibi son derece muğlak bir çerçeveyle etrafı eleştiriye karşı mayınlanmış, ‘kutsal lider’ faşizmiyle envanterini gösteriyor. İslamcılar bir fırsatlar denizinde yüzerek tutundukları iktidarda sertlikle tutunmaya çalışacaklar. 100 yıl öncenin despotunu deviren hareket, ülkenin içini kan gölüne çevirmiş, dünya savaşı ve soykırım ‘maceralarına’ gözü kapalı atlamıştı.
100 yıl sonra bugün, yine hayati bir kavşaktayız. Deyrezor’a ölüm yürüyüşüne çıkarılan yüzbinlerce Ermeni’yi de, Maraş, Çorum ve Madımak’ta kesilip yakılan Alevileri de, 90’ların Nevruzlarında Şırnak ve Cizre’de, sadece bir kaç yıl önce Diyarbakır ve Roboski’de çoluk çocuk katledilen Kürtleri de bir an olsun unutmadan bir ‘yol’ bulmalıyız. Kendi yok oluşunu hepimizin felaketine çevirmek istiyor çünkü...
Evrensel'i Takip Et