Altıotuzbeş
Burada bir sarmal var: Bu yazının başlığı, öykünün ve kahramanın adı Altıotuzbeş. Hikâye onun ağzından ve şöyle başlıyor: 'Hiç unutmam bir gün,' diye başlayan bir hikayedir bu.
Mehmet Said AYDIN*
Oyun bozarak yazıyorum: Çünkü hem bir roman kahramanından söz etmeliyim, hem de muhtemelen bilinen bir kahramandan. Önce daha “büyük” kahramanlardan söz etmeyi düşündüm; elim J. D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ına da gitti, Dostoyevski’nin o asla kendini bitirmeyen Suç ve Ceza’sına da, Savaş ve Barış’ı da düşündüm, Tehlikeli Oyunlar’ı da. Kurucu romanlardan birinden söz etmek, orada etkilendiğim kahramanlardan söz etmek de geçti aklımdan. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Halit Ayarcı’sı ve Huzur’un Mümtaz’ı elbette aklımdaydı. Sonra benden ‘daha’ beklenen kimi romanları da düşündüm. Ereb Şemo’nun Şivanê Kurmanca’sı mesela yahut Mehmed Uzun’un Ronî Mîna Evînê Tarî Mîna Mirinê’si: Memduh Selim Bey de çınladı içimde, Kevok da. Sonra dedim Fransız olsun, üzerine çok düşündüğüm bir kahraman olsun, Paris’teki o odada “uyuyan adam” isimsiz Perec kahramanı olsun. Uyuyan Adam’ın uyuyan adamını neden Oblomov’dan ayırdığımı, birindeki siniklikle ötekindeki tercihin bende neye tekabül ettiğini anlatmaya karar verdim. Ardından doyamadım karar değiştirmeye; dedim ya Ayhan Geçgin’in Son Adım’ındaki “Alisan”dan söz etsem ne olur? Ne olacak; çok güzel olur. Murat Uyurkulak’ın “Şair”i de geçti aklımdan, yalan yok, elim kitaba da gitti bir daha. Fena mı oldu? Daha da yakın zamandan, ünsiyetim olduğunu düşündüğüm ve çok sevdiğim ve arkadaşlarıma söz etmekten bıkmadığım kitaplar da geçti aklımdan. Akif Kurtuluş’un hem Mihman’ı, hem taptaze dumanı üzerinde Ukde’si. Kemal Varol’un hem Jar’ı, hem Haw’ı. Şener Özmen’in hem Spinoza’nın Günlüğü, hem Gramera Behizur’u. Nihayet karar verdim, tamam, dedim ne yazacağımı buldum. İlla roman yazacak değilim ya, oyunbozanlık yapayım, Thomas Bernard’ın asla bir “tür”e dahil edemediğim benzersiz metni Wittgenstein’ın Yeğeni’nden, bir yeğenden söz edeyim. Ve tabii ki ondan da vazgeçtim. Oyunbozanlığı ikiye çıkararak, eli yükselterek, bambaşka birinden, bambaşka bir kahramandan söz edeyim istiyorum. El yükselttim çünkü hem bir roman kahramanı değil üzerine konuşacağım kahraman, hem de henüz yayımlanmamış bir kitapta yer alıyor.
Pek yakında, Doğan Kitap tarafından neşredilecek bir kitap var. Murat Özyaşar’ın Sarı Kahkaha isimli öykü kitabı. Kitapta on hikâye var, bunlardan ikisi daha önce birer edisyon kitapta yayımlanmıştı. Oyunbozanlığım burada küçücük sekteye uğruyor, başlıktan da duyurduğum “Altıotuzbeş” daha önce Merhaba Asker ismiyle yayımlanan Murathan Mungan seçkisinde yer almıştı (Metis 2014). Altıotuzbeş neden kahramanım? Neden bunca sözü uzatıp ona gelemiyorum?
Burada bir sarmal var: Bu yazının başlığı, öykünün ve kahramanın adı Altıotuzbeş. Hikâye onun ağzından ve şöyle başlıyor: “Hiç unutmam bir gün, diye başlayan bir hikayedir bu.
‘Hiç unutmam bir gün’ diye yekten lafa girdi Altıotuzbeş.” Bir askerlik hikâyesi anlatıyor gibi yapıyor Özyaşar. Dört kişiler: Altıotuzbeş, Dayı, Profesör ve anlatıcı. Altıotuzbeş, anlatıcının ve geriye kalan herkesin merakını kamçılayarak anlatmaya başlıyor. Anlattığı sonra kaderi oluyor. Kaderi olan da, sonra dönüp okuyana, yani bana sana, yani bize keder oluyor. Sesler arasında benzerlik kurarak kelime oyunu yaptığım sanılmasın. Hikâyenin sonunda “Yüzlük”ü öldürüp, mermiyi kendine çevirecek ve hiçbir yerden hiçbir ıslık sesi duyulmayacak Altıotuzbeş, bence, edebiyatın çok müstesna kahramanları arasında yerini üzgünlükle alıyor. Altıotuzbeş’in varoluşu o üzgünlük belki. Dağa çıkan, komutan olan, kahramanlık üzerine kahramanlık yapan abisi Serhad’ın ardında kalmış, gidip içkiye ve esrara düşmüş, gidip serseriliğe, jilete, köprü altlarına düşmüş, gidip hayırsız evlat diye anılmaya talip olmuş bir Altıotuzbeş. Aslında asla kahraman olamamış, ondan önce kahraman olan birinin adı, sanı, yaptığı, yiğitliği altında ezilmiş bir karakter. Ama bence kahraman, bu öykü boyunca çok kahraman hem de. Korkusuna ve saydıklarıma rağmen. “Vur dumana gel imana” dedikten sonra hikâyesini, hikâye içinde anlatan kahramanımız şunları diyor tane tane: “Bi ara da evleneyim dedim, çoluk çocuğa karışayım, oğluma da Serhad adını vereyim, eğeyim başımı, her şeyden tövbe edeyim, ıslah edeyim âlemden, razı geleyim kaderime. Olmadı, onu da yapamadım. Tanıştığım bütün kadınlar ya evliydi ya nişanlı ya da benim boyum kısaydı. Altı üstü bi Altıotuzbeş’tim işte. Bana layık görülen lakap, silahların en küçüğüne verilen isim olmuştu: Altıotuzbeş! Altıotuzbeş! Ya Serhad neydi, Serhad ondörtlüydü, ondörtlü!”
Altıotuzbeş’in ağıdı kahraman olmamaya belki. Ondörtlüleri anımsatarak, Altıotuzbeş anlatmak da Özyaşar’ın mahareti. Onu kahraman olarak anmak da benim bu yazılık kusurum. Çünkü bir romandan ve oradaki kahramandan söz etmeliydim. Gittim, bir öyküye vurdum başımı. Baş bu, nereye vurulacağına kimi zaman kendi karar veriyor.
*Şair/Yazar
@bahcelikusur