Taşra edebiyatı var mı?
'Bir ülkenin başkenti ya da en önemli kentleri dışındaki yerlerin tümü,' uzun süre 'taşra' diye anılmıştır. Türkçe söylemeyi denersek 'dışarlık' diyebiliriz.

Sennur SEZER
“Bir ülkenin başkenti ya da en önemli kentleri dışındaki yerlerin tümü,” uzun süre “taşra” diye anılmıştır. Türkçe söylemeyi denersek “dışarlık” diyebiliriz. İstanbul’u başkent göre göre İstanbul dışına da taşra denmesi alışkanlık olmuş. Hatta daha önceki başkentler (Bursa, Edirne) bu taşra tanımından pek kurtulamamışlar. Bu sözcüğün genel anlatımının taşrayı uzak, kuş uçmaz kervan ulaşmaz, taşralıyı eğitimi eksik, iyi niyetli, saf ama eğitimsiz, kaba saba çizdiğini unutmamak gerekir.(Bugün bu kavramın yerini şehri çevreleyen arka mahalleler anlamında varoş kavramının aldığını söyleyebiliriz).
Edebiyatımızda (ve dünya edebiyatında) roman ve öykülerde taşra yaşamı ile merkez karşılaştırmasında (odağa alınan yer ve kişilerde) bence mekandan çok anlatılan kişilerin sınıflarının getirdiği yaşama olanakları farkları vardır. Örneklersek Küçük Paşa’da (1910) Ebubekir Hâzım Tepeyran şehirde, konakta el bebek gül bebek büyümüş bir çocuğun gözüyle köyün çetin koşullarını çizer. Yalnız Dönüyorum’da (1938) Şükûfe Nihal Başar cumhuriyetin öncesi ve sonrasını yansıtan toplumsal yapı irdelemesini yapar, bazı kesimlerdeki yozlaşmaları anlatmasıyla açıyı daha geniş tutar.
Divan edebiyatında taşra deyiminin olduğunu pek sanmıyorum. O dönemin okur-yazarları arasındaki iletişime de hayran olduğumu da söylemeliyim. Ama bütün gençliğim İstanbul dışında yaşayan arkadaşlarımın taşrada olmanın olanaksızlıkları, sanatın istediği geniş ufuklardan yoksunlukları üstüne sıkıntıları, bir yazarın İstanbul dışında varlıklarını kanıtlamanın zorluklarını ya da yakınmalarını dinleyerek geçti.
Olanakların taşra-İstanbul ikilemiyle değil sınıfsal olduğunu, dergileşmenin kurumsallaşmanın bir adımı olduğunu mektuplarda kaç kez yazdım bilmiyorum. Bir mektupta onları ağırladığımızda bizim de yaşamadığımız mekanları mesela Beyoğlu’yu gösterdiğimizi, genç yazarlar olarak dergilerin kapılarının da bize her zaman açık olmadığını, Beyoğlu’nun gece görünüşüyle gündüz görünüşünün farkını bir bar kızının gündüz pazardaki derli toplu görünüşüyle gece ışıklar altındaki makyajlı görünüşüyle kıyasladığımı, arka sokaklardaki ahçı dükkanlarında sabahın köründe taze fasulye ayıklayan çırakların herhangi bir semtteki ahçı çırağından farkı olmadığını vurgulayışımı anımsıyorum. Arkadaşlarım bu mektubu yayımlamayı bile düşünmüşler, sonunda nedense caymışlar.
Bugünlerde bu taşra sorunu çeşitli bakış açılarından kitaplaştı.18-19 Mayıs 2013’te Kadir Has Üniversitesinde yapılan Taşra ve Edebiyat Sempozyumunun kitaplaşması da diyebiliriz bu kitaba : Edebiyatın Taşradan Manifestosu. Mesut Varlık’ın hazırladığı kitaptaki Manifesto’yu Şükrü Erbaş, Hasan Ali Toptaş, Ethem Baran, Asuman Susam, Abdullah Ataşçı, Kerem Işık, Mesut Varlık “kaleme almış”; Necati Mert, Süha Oğuzertem,Vedat Ozan, Süleyman Akbulut, Derya Önder, Nesra Gürbüz, Eyüp Tosun, Ömer Solak, Mehmet Sait Aydın, Gökhan Aslan, Arın Kulaksızoğlu katkıda bulunmuş. Bir de sempozyum/Atölye katılımcısı okurlar.
Kitabın bildirisinin en vurucu satırları bence şunlar: “Evinin önündeki dut ağacının gölgesinde oturan bir çocuğun , mahallenin çeşmesine gelen kadınlara bakarken düşündüklerini anlatan cümleyle; babasının elinden tutup Galata Kulesi’nden şehre bakan bir çocuğun hissettiklerini anlatan cümle arasındaki tek fark iki cümlenin yer aldığı metinlerin edebi değeridir. Çünkü insan kendi taşrasında yaşar; taşrası dünyayken üstelik. Dünyası başka bir gezegenin taşrasıyken belki de.”
Kısacası yazarlar diyor ki: “Edebiyatın merkezi, taşrası yoktur. Olsa olsa, tüm varlığıyla , kağıdın yüzeyidir: kalemin kağıda değdiği yerdir edebiyatın merkezi. Çünkü masasının başında, kelimelerin arasında yaşar durur yazar.”
* Edebiyatın Taşradan Manifestosu, Hazırlayan Mesut Varlık, İletişim Yayınları,151 sayfa.
Evrensel'i Takip Et