Maalesef...
Maalesef bu bir rüya değil... Tarantino’nun kurgulanmış bol kanlı, sürrealist film sahnelerinden biri de değil. Bu salt bir gerçeklik. Salt bir yeni Türkiye gerçekliği. Kurgulanmamış ama sanki Tarantino filmlerinden fırlamış bir sahne kadar sürrealist. Yüzde yüz “Yeni Türkiye” gerçekliği...
Uğur GÜÇ*
Maalesef bu bir rüya değil... Tarantino’nun kurgulanmış bol kanlı, sürrealist film sahnelerinden biri de değil. Bu salt bir gerçeklik. Salt bir yeni Türkiye gerçekliği. Kurgulanmamış ama sanki Tarantino filmlerinden fırlamış bir sahne kadar sürrealist. Yüzde yüz “Yeni Türkiye” gerçekliği...
1 Haziran 2013’ten Gezi’den beri sanki kurgulanmış bir Hollywood filminin içinde yaşıyoruz. Ama sıradan bir film değil, Quentin Tarantino gibi usta bir yönetmen tarafından kurgulanmış, gerçeküstünü salt gerçeklikmiş gibi anlatan bol kanlı, katliamlı, bir film. Neler yok ki senaryoda. Polis tarafından bakkala ekmek almaya giderken başından vurulmuş 15 yaşında bir çocuk, Berkin Elvan. Yine başından vurulmuş yerde can çekişirken gördüğümüz aktivist kadın Lobna Allami. Eskişehir’de ıssız bir sokakta kıstırılıp onlarca ‘esnaf’ ve polis tarafından sopalarla kafasına vurula vurula dövülen, gittiği hastanede kendisine hâlâ doktor diyen bir şerefsiz tarafından reçetesine ağrı kesici yazılarak ölüme terk edilen Ali İsmail Korkmaz. Ankara’daki direniş sırasında polis tarafından, gerçek mermiyle, yaklaşık 3 metre mesafeden, başından vurularak katledilen Ethem Sarısülük. Antakya’daki eylemlerde, polis tarafından kafasından vurularak öldürülen Abdullah Cömert ve ölen, yaralanan diğer iyi insanlar...
Daha geçen hafta okuduğu okuldan evine dönmek için bindiği dolmuşta tecavüz edilmek istenen ama direnince defalarca bıçaklanıp elleri kesilen, DNA kalıntılarını yok etmek isteyen katil tarafından vahşice yakılıp katledilen 20’nci baharındaki Özgecan... Daha dün çöp konteynerinde bulunan yine parçalara ayrılmış kadın bedeni. Başka bir şehirde otomobil tekerleğiyle başı ezilmiş başka bir kadın...
Daha ne olsun işte sana Tarantino filmini aratmayacak sahneler... Durun daha bitmedi. Filmde daha çok sahne var... Ama bu sahne daha tanıdık bir sahne. Mevsimsel olarak Nuri Bilge Ceylan’ın filmi Kış Uykusu’na benziyor.
Ana karakter ilk gençliğinden beri hayatını aydınlanmak için mücadeleye adamış iyi bir devrimci. Adı: Nuh Soyadı: Köklü. Hepiniz tanıdınız değil mi? Tabii tanıdınız bu karakter hayatı boyunca o kadar insanın hayatına dokunmuş ki bildiğiniz Nuh, bizim Nuh Köklü.
1980 sonrası üniversite öğrencisiyken devrimci hareketin üniversitelerde örgütlenmesinde aktif rol almış bir arkadaşımız. Hayat dolu içindeki yaşam enerjisini karşısındakine aktarabilen, en zor durumlarda bile sizi güldürebilen, kavgadan kaçmayan tam bir dava adamı...
Birçok ortak arkadaşımız olmasına rağmen Nuh’la yollarımızın kesişmesi 2009’da Sabah-atv grevi örgütlenmesi sırasında oldu. Bir toplantıda TGS çatısı altında buluşmuştuk. O Balmumcu İşyeri Temsilcisi bense Dergi Grubu İşyeri Temsicisi’ydim. O toplantıdan itibaren ufuklarımız da birleşmişti. Sabah-atv grubundaki bu grev bizim için çok önemliydi. 7 yıldır iktidarda olan AKP işgalinin yaygınlaşması için kilit noktasıydı işyeri. Fakat biz o sırada örgütlenip yetki almıştık. Hatta bir toplantıda üstadımız gazeteci yazar Rahmi Yıldırım “Tanrılar dağı Olimpos’tan ateşi çalmaya yeltenen Prometheuslar” diye nitelendirmişti grevcileri. Fakat o nitelemeyi gerçekten hak eden arkadaşımız Nuh Köklü işten atılmıştı. Gazetenin önünde gerçekleştirdiğimiz o eylem sonrası zaten grev pankartını sözleşme masasından kaçan patronun kapısına asmayı kafamıza koymuştuk. Grev günü geldiğinde ise grev gözcüsü önlüğünü ilk giyen Nuh olmuştu. Temaşa bitip bir arada kaldığımızda ise “Şu yıkılmaz zannedilen plazanın kapısına, bu pankartı astık ya bu da yeter” diyerek alçak gönüllülüğünü ortaya koyan güzel bir insandı arkadaşımız. Bir devrimciydi.
Grev iktidardakiler tarafından mahkeme kararı ile durdurulduktan sonra daha az görüşür olduk. Ama yoldaş olmuştuk artık. Ara sıra rastlaşıyorduk. Konuşuyor sohbetliyorduk. Memleket hallerinden laflarken “bütün iyi insanlar aslında devrimcidir ama devrimci olduğunun farkında değil” derdi. “Biz bu kadar insan birbirimizin farkında değiliz, bir birleşsek işte o zaman bu faşistler, emperyalistler korkudan titrer” derdi.
Haklıydı aslında ö öngördüğü birleşme nispeten Gezi’de gerçekleşti. İşte o zaman korktu titredi faşist. Esnafa sarıldı. “Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hakimdir” dedi korkudan.
...O sekansta yeni bir sahne başlar. Kar yağıyordur. Her taraf bembeyaz. Bütün pisliklerin üstü kapanmış. İnsanlara huzur ve neşe veren bir atmosfer. Ana karakter arkadaşlarıyla nöbet tutmaktadır.
Senaryo bu ya iktidardaki dinci, gerici, faşist parti iç güvenlik yasası diye, polise verdiği öldürme yetkisiyle sokağa çıkanı sindirmeye çalışan bir yasa taslağını meclise getirmiş. Ana karakter de bunu protesto etmek için Kadıköy’de boğa heykelinin önünde protesto nöbeti tutuyor. Nöbet bitiyor. Mutluluk içinde yoldaşlarıyla kartopu oynayarak eve dönüyor. O sırada bembeyaz geceye rağmen. İktidarın gerilim siyasetiyle kalbi, beyni, insanlığı kararan “esnaf” sahneye girer.
İçinde biriktirdiği kin, öfke ve nefretle neşe içinde kartopu oynayan kızlı-erkekli gruba saldırır. Gruptaki kadınları hedefler. Fakat bir yere düşer. Yere düşene yönelir kendini iktidar gazıyla kahraman zanneden hilkat. Fakat son anda ana karakter girer araya. Devrimcidir, merttir. Yere düşeni, zora düşeni kurtarmak ister. Fakat insafsız senarist mutlu son yazmamış. O sırada ayağı kayar düşer. Bir devrimci gibi düşer göğsünü arkadaşına siper ederek...
Son sözleri “ne olur bu bir rüya olsun” olur ana karakterin.
Bu bir rüya değilmiş. Yüzde 100 “Yeni Türkiye” gerçekliği. Senaryo yazsan sürrealist bir film olur. Ama rüya değil, bir Quentin Tarantino filmi hiç değil.
Üzgünüm, öfkeliyim Nuh. Bu bir rüya değil, sen hiç uyanamayacaksın. Ama biz bu rüyadan uyandık.
Kalbimiz sıkışıyor, kimimiz ağlıyor.
Ne olur siz de uyanın, bu bir rüya değil, film değil...
*TGS Genel Başkanı