Bastığım her yerde o var kulağımda hep onun sesi
1995 yılında gözaltında kaybedilen Murat Yıldız’ın dosyası zaman aşımına uğratılıyor. Dosyanın zaman aşımı gerekçesiyle kapatılmasına tepki gösteren anne Hanife Yıldız, 'Bizden aldıkları canlarımızı istiyoruz. Bu devletin, bu ülkeyi yönetenlerin bize can borçları var. Bir insanın en değerli varlığı nedir? Evladıdır. Evladımı aldılar…' diyor.
DOSYA - KAPANMAYAN DEFTER: CUMARTESİ ANNELERİ
HAZIRLAYAN: MELTEM AKYOL
Murat Yıldız… 19 yaşındaydı kaybedildiğinde. Bir kafeteryada çıkan kavgadan sonra dışarıda havaya iki el ateş açmıştı. İşte Murat’ı kaybedilmeye götüren süreç böyle başladı. Sonra polis annesini sorguladı, Murat’ın peşine düştü. Annesi karakola götürülünce dayanamadı Murat... Geldi... Annesiyle birlikte karakola gitti. Zaten ‘çok çok 3 ay yatarsın’ diyorlardı, ‘onu da varsa eğer paraya çevirir, kurtulursun’... Ama öyle olmadı. Murat keybedildi... Annesi Hanife Yıldız da işte o günden bu yana Murat’ın gelmesini bekliyor. Şubatları zor... Her şubat ayında rüyasına giriyor oğlu… Ama bu şubat biraz daha zor. Murat’ı kaybedenler zaten doğru dürüst yargılanmadıkları davadan bugün sonsuza kadar kurtuluyor. Çünkü 20 yıl önce bugün açılan dosyanın zaman aşımı süresi doluyor. Hanife anne isyan ediyor bu duruma. “Oğlumu” diyor, “Ben ne zorluklarla büyüttüm biliyor musun?”
20 yıldır adalet arıyorsunuz? Ama şimdi dava zaman aşımına giriyor? Ne hissediyorsunuz, ne düşünüyorsunuz?
Böyle bir şey olacağı hep aklımıza gelen şeydi. Böyle bir şey kabul edilemez yani, onlar kaybedildi ama bizler kaybolmadık, bizler sahipleriyiz ve onları arıyoruz. Bir insan nasıl kaybedildi, ne oldu? 20 senedir biz bunu öğrenmek için mücadele ediyoruz. Bu insanlar canlı canlı oraya girdiler ve ne yazık ki kaybedildiler. Belki benzetilmez ama biri bir yerde bir eşya unutuyor, o eşyayı alıyorlar bir yere koyuyorlar, sahibi gelirse verelim diye. Gözaltında kayıp deniyor bunlar nereye gitti, nasıl oldu akıbetleri? Biz sahipleri hep meydanlardayız, kayıplarımızın akıbetini soruyoruz ve nasıl olduğunun bize açıklanmasını istiyoruz. Ve adaletin yerini bulması için de suçluların cezalandırılması istiyoruz. Ben ve benim gibiler, anneler, canını verdiği evladından bir parçaya dahi muhtaç duruma getirilmiş, onu istiyor. Kimsenin malını mülkünü, herhangi bir şeyini istemiyoruz. Bizden aldıkları canlarımızı istiyoruz. Bu devletin, bu ülkeyi yönetenlerin bize can borçları var. Ben kendi adıma söylersem, bir insanın en değerli varlığı nedir? Evladıdır. Evladımı aldılar…
‘3-5 AY YATAR ÇIKAR DEDİLER, GÜVENDİM’
Biraz atlatır mısın Hanife anne? Ne oldu, neler yaşandı? Bir havaya ateş açma meselesi var sanırım. Sonra…
Biz o zaman Murat’la İzmir’de yaşıyorduk. Çocuğun askerliğine 6 ay kalmıştı, Babasının yanına İstanbul’a geldi, askerlikle ilgili bir şey için. Ben çalışıyordum, biraz da benden çekindi herhalde, anlatmadı. Bir Boşnak kızı seviyor, bunlar Murat İstanbul’dayken sürekli Murat’la telefonla konuşuyorlar. Kızın evine de telefon faturası yüklü gelince kızı dövüyorlar ki “Sen İstanbullu çocuğu aradın bu fatura böyle geldi.” O da arıyor, “Murat böyle böyle, beni dövdüler, gel beni kaçır.” Benim oğlan da artık bu silah denilen şeyi nerden buldu bilmiyorum ama silah alıp Afyonlu bir arkadaşı ile kızın kapısına gidiyor, bekliyorlar kız gelmiyor. Bornova’da Küçükpark diye bir yer var; oradaki bir kafeteryada bir polisle tartışıyorlar ve Murat’ı yaka paça dışarı çıkarıyorlar. O da geçiyor kafeteryanın karşısındaki parka, bir el mi iki el mi ateş ediyor herhalde. Orada polis ekibini arıyorlar, ekip de hemen peşine düşüyor, epey bir kovalıyorlar. Sonra beni de götürdüler ifademi falan aldılar, 5-6 saat kadar.
Sonra…
O arada ne oldu bilmiyorum ama beni şubat ayında tekrar gözaltına aldılar. Dedim “Ben kaç yaşında insanım, beni gözaltına almakla ne yapacaksınız, bir şeyden haberim yok. Baş komiser ‘Bak’ dedi, ‘çocuğunun eline silah verilmiş ya biri senin çocuğunu vursa ya da senin çocuğun birini vursa daha iyi mi olur.’ Bir de dedi ki; ‘zaten bir şey de yok, eğer silah temiz çıkarsa bir şey olmaz.’ Murat bu arada beni aradı, ben de biraz sitem ettim, dedim ‘beni bu yaşımda karakollara düşürdün.’ Bu da annem rahatsız diye bir avukat bulmuş, ‘neyse cezamı çekerim’ dedi. Sonra geldi, kahvaltı falan yaptık. Gittik avukata, o da dedi ki ‘Murat bir şey yok, çok çok 3-4 ay yatarsın, onu da imkanınız varsa paraya çevirtirsiniz, yatmazsın bile.’ Saat 10-11 gibi karakola gittik, avukat da orada, silahı sordular, Murat ‘kaçarken bir yerde attım’ deyince de ‘silah olmadan savcılığa çıkaramazsınız’ dediler. Onu tuttular, biz çıktık, ben de iş yerine gittim, gittim ama o günü anlatamam, sanki içinden bir şey koptu. Böyle bir şey yaşanacak gibi hissediyorum. Çok geçmeden, öğlen gibi bunlar oğlanla birlikte bir tane beyaz araba ile geldiler işyerinin kapısına; üç polis vardı, oğlum vardı. “Ne oldu” dedim, dediler ki İstanbul’a silahı almaya gidiyoruz, o zamanın parası ile 4 bin lira da yol parası aldılar. “Ben de geleyim” dedim ama nafile, “hanım bir şey yok işte bizi oyalama, 2 arabasıyla gideceğiz yarın dönüp geleceğiz, gelir oğlunu görürsün”. Neyse o gece nasıl yattım nasıl kalktım bilmiyorum. Jeton aldım kulübeden aradım, geldiler mi diye, gelmemişler, dediler ki “Oğlunu Kartal’da elinden kaçırmışlar.” Yani işin doğrusu ben sevindim, Kartal’da kaçtıysa bir sürü arkadaşı var, gider onlara.”
‘AYLARCA ARADIM, KURTULMUŞTUR DİYE’
Sonra haber alamadınız mı bir daha?
Öyle o gün de akşam oldu, cumartesi tekrar aradım yine yok. Sonra da dediler ki ‘biz vapurda Topçular’dan Eskihsar’a geçerken Murat denize atladı, kurtuldu.’ Öyle deyince ben kendimden geçtim, bu işin ciddiyetini yeni anladım, iş yerinden para çektim bindim Eskihisar’a gittim. Sahil güvenliğe sorduk; “Evet, böyle bir anons yapıldı ama bizim herhangi bir bilgimiz yok” dediler, bizi adliyeye yönlendirdiler. Gittik Gebze’de savcıya o da bize polislerin ifadesini tekrarladı. Bir ay boyunca kendi çabamızla Eskihisar, Topçular, Bursa, Yalova, askeriyelere gittik, balıkçılara sorduk, resimlerini gösterdik, hani yüzdü kurtuldu dediler ya ondan soruyorduk işte.
‘BU DEVLETİN BİZE CAN BORCU VAR’
Dava süreci ne zaman başladı?
23 Mart’ta da mahkeme günü oldu, dedim “Bak bir ay oldu, benim çocuğumdan ne ses var ne soluk var.” Biz bekledik o polisler de gelir ifade verir diye. Ama gelmediler, çağırdıkları zaman hem görevlerinden dolayı hem de maddi durumlarından gelemeyeceklerini bildirdiler. Bu 5 sene böyle devam etti. Beş senenin sonunda anca raporu hazırladılar. Sonra bu polislere dikkatsizlik sonucu adam kaybetmekten 3 ay ceza verdiler, onu da para cezasına çevirdiler. O zamanın parası ile bunlara 1 lira 80 kuruş ceza verdiler. Adalet bu kadar oldu.
1 lira 80 kuruş... Siz sonra başka adımlar attınız mı, başka tanıklar oldu mu?
Her şey dönüp dolaşıp adalete dayanıyor. Yani adalet bizim hakkımızı aramıyor, her şey adaletle çözülür ama bakıyorsun ki adalet çözmüyor bunu. Ve çözmediği gibi şimdi süreç geldi geldi, 20 seneye dayandı. Ama ben onun annesiyim, ben oğlumu kendim teslim ettim, bugün de ona ne olduysa, her ne yapıldıysa onun cezası olması lazım. Bana açıklanacak bir şeyin olması lazım. Ben oğlumun hakkını kimseye bırakmayacağım. Ben o zaman güvendim evladımı verdim, benim bu devlete ne bir güvenim, ne onlardan beklediğim bir insanlık var. Ama biz adaletin peşini bırakmayacağız.
Yani bu kadar mı, başka bir şey olmadı mı?
O kadar çok şey var ki aslında. Üç ay falan geçmişti, karakola gittik; Ş.H. isimli polis bizi odasına çağırdı, dedi ki ‘O T.Ş. adlı polis olmasaydı ben Murat’ı İstanbul’a götürüp getirirdim, burnu bile kanamazdı.’ İşte ben bu sözün arkasını arıyorum.
O polis ne oldu, ifade verdi mi, bunun hiç etkisi olmadı mı karara?
Diyorum ya, gelemediler, maddi bir şeyler yüzündenmiş. Murat’ın dosyası çok şey edilmedi, biz de bilemedik. Şimdi yeniden dava açılacaktı, ama zaman aşımı geldi.
‘20 YILDIR BİR GÜN ARAR DİYE BEKLİYORUM’
Sonra adalet arayışı sokakta başladı. Cumartesine Anneleri’ne dâhil olman nasıl oldu?
Şimdi onlar “Oğlun kurtuldu, senin oğlun bir yerlere gitmiştir, zaten Topçular’da bir sürü İsrail gemileri vardı, belki onlara binmiştir kaçmıştır” falan dediler. O kadar aldattılar ki beni “bir gün arar” dediler ya; o günü bekliyorum 20 yıldır. Ben Galatasaray’a katıldığım zaman hiç böyle 20 yıl orada duracağım, böyle bir süreç olacak… Bu aklıma gelmedi, ben dedim ki “bir yerlere gitmişse beni görür, ‘annem yollara düşmüş, işini gücünü bırakmış beni arıyor’ der arar. O bana dayanmaz” dedim. Dayansaydı benim ‘gel karakola teslim ol’ dememle gelmezdi. Dayanamaz bir yerden çıkar “anne beni arama, ben iyiyim ya da korkma, ben yaşıyorum, bir yerlerdeyim” diyecek umuduyla gittim.
Ne oldu bu geçen 20 yılda?
20 yıldır kimseye bir şey olmadı, ne olduysa kaybolan çocuğuma ve bana oldu. 20 yılda bize hiçbir şey verilmedi, bizim aradıklarımızın sonucu hiçbir karşılık bulmadı. Ama insanların gözaltında kaybedilmesi bu süreçte azaldı, şimdi öyle değil ama şimdikiler de zaten sokaklarda öldürülüyor… Ne diyeyim? Biz rahat değiliz ama biz rahat olmadığımız sürece onlara da rahat vermeyeceğiz.
Peki, sesinizi duyan olmadı mı?
Dünyanın her tarafında sesimizi duyan bizi bilen gören var, ama ne yazık ki çok zaman burada sesimiz İstanbul’dan Bolu’dan o yana geçmiyor. Çocuklarımızı belki yok ettiler ama ben annesiyim, ölene kadar evladımın akıbetini soracağım. Ya bir yüzleşeyim istiyorum, bir sorayım; o zaman belki öyle dediniz ama bugün belki değişebilir, bir anlatın, ne yaptınız!
ZİLİ ÇALARSA BAŞKASI, KAPIYA VURURSA SEN
Bu 20 yılda neler yaşadın, Cumartesi meydanı senin gözünden nelere tanıklık etti?
İnsan bastığı her yerde o acıyla yaşıyor. Ne oldu, ne olacak? Ben eve geliyorum (oğlunun fotoğrafını gösteriyor) şu resmin karşısına oturuyorum, sanki Murat bana soruyor, ‘Nerden geldin, yine mi boş geldin’ diye… Ben boş geldim diyorum, boş geldim. Bastığım her yerde o var, hep kulağımda onun sesi, sanki bir yerden gelecek. Bu ayın içine girdim mi öyle karmaşık rüyalar görüyorum ki. Geçen rüyama girdi saçları uzamış, yaşlanmış, uzakta ama görüyorum, kelepçe takıp götürüyorlar; ya diyorum bari şimdi götürmeyin… Ben oğluma dedim ki oğlum hiçbir zaman zili çalma, sen kapıyı tıklat ben senin geldiğini anlayayım. Zili çalarsa başkasıdır, vurursan sensin. Ben hep ‘anne ben geldim’ demesini bekledim, hala da onu bekliyorum. Bu insanlık mı, onlar aklanıp gidecek... Onu nasıl öyle birilerine götürüp teslim ettim. Meydanda insanlardan utandığım bile oluyor, onlar şöyle zorla aldılar, böyle götürdüler diyorlar. Ben bir buçuk yaşından 19 yaşına kadar bin bir emekle onu büyüttüm.
Peki ya zaman aşımı?
Onlar için belki zaman aşımı olabilir ama bizim için zaman aşımı yok. Herkes buna duyarlı olsun ve adalet yerini bulsun, kayıplarımızın akıbeti açıklansın. Her nereye konulduysa ondan bir parça olsun, yani soğuk bir taş olsun, bir mezarımız olsun istiyoruz. Başka ne söyleyelim? Kaybedenler yargı önüne çıkarılsın, biz onlarla yüzleşelim…
ALİ İSMAİL’E ÇOK AĞLADIM
“Gezi olaylarında o Ali İsmail’in, o durumunu görünce; hep diyorum benim oğlumun kafasına da öyle mi vurdular, biraz diklenen biriydi, öyle mi öldürdüler dedim benim oğlumu da. O çocuğun acısı aynı acıyı verdi bana, oğlumun acısını. Ben artık kendim için üzülmüyorum ki... Şimdi bir de İç Güvenlik Yasası getiriyorlar. Ya kimin güvenliği, anca kendilerine anca kendilerine. Bak onca paket çıktı, yasa çıktı, kayıplar için bir paket çıkıyor mu, yok. Onlar diyor ki bunların çocukları yok oldu, bunlar da yok olsun, sokağa da çıkamasınlar, bir şey de sormasınlar...”
Yarın: Rıdvan Karkoç’un kardeşi Hasan Karakoç