Kuyu: Bütün bunlar ne garip!
Mayıs 2014’ten beri Ankara’nın yeni bir alternatif sahnesi var. Konur 2 Sokak, 73 numarada Mek’an Sahne. Daha önce oyunlarını EskiYeni Bar’da oynadıkları için onları eski bir grup sanabilirsiniz… işin aslı öyleler de. Son birkaç yıl içinde İstanbul başta olmak üzere birçok şehre oyunlarını götürdüler ve tiyatro festivallerinde yüzlerce izleyiciye ulaşma olanağı buldular; oynadılar, merak uyandırdılar.

Şükrü KELEŞ
Mayıs 2014’ten beri Ankara’nın yeni bir alternatif sahnesi var. Konur 2 Sokak, 73 numarada Mek’an Sahne. Daha önce oyunlarını EskiYeni Bar’da oynadıkları için onları eski bir grup sanabilirsiniz… işin aslı öyleler de. Son birkaç yıl içinde İstanbul başta olmak üzere birçok şehre oyunlarını götürdüler ve tiyatro festivallerinde yüzlerce izleyiciye ulaşma olanağı buldular; oynadılar, merak uyandırdılar.
Mek’an Sahne, ilgiyle takip ettiğimiz alternatif bir topluluğa dönüşüyor giderek. Mek’an Sahne’nin temellendirmeye çalıştığı tiyatro yaklaşımının ne’liğini tiyatro kuramcılarına bırakalım. Üç sezondur repertuarını genişleten topluluğun ortaya koyduğu işlerin heyecan uyandırmasının nedenlerinden biri, bizim tiyatro olarak bildiğimiz araçlara yaslanmayışı. Bir tiyatro sahnesinden dekorun, kostümün ve ışık oyunlarının çekilmesi, izleyiciye, en açık haliyle oyunun metnini duyuruyor ve çıplak oyunculuğun nasıl bir şey olabileceğini gösteriyor. Tiyatroya ilişkin bildiğimiz ezber bozulduğunda tiyatro üzerine –iyi ki- düşünmeye başlıyoruz ve hatta kocaman bütçelerle ortaya çıkan oyunları da duyup izledikçe tiyatro hakkında başka türlü sorular sormak geliyor aklımıza. Sahnede seyir denen büyünün başka bir biçimde de kurulabileceğine otuz ya da elli kişilik küçük salonlarda tanıklık ettiğimizde tiyatro algımız da dönüşüyor.
Mek’an Sahne, itildiği yerden kendi tarihini kurmaya çalışan insanların hikâyelerini taşıyor sahnesine. Şöyle uzaktan duyup bildiğimiz, belki hassasiyet geliştirdiğimiz belki üzerinde fazla durmadığımız ya da önyargı veya kalıp yargılarımıza takılıp tekleyerek anlamaya çalıştığımız insanların hikâyelerini. Genelde anlatı formunu tercih ediyorlar. Seyircinin sahneden gerçek bir karşılaşma deneyimiyle çıkmasını istiyorlar, hemen her oyun sonunda yapılan söyleşilerde bu amaca ulaştıklarını deneyimlemek mümkün. Topluluk, oyun sonrası düzenlediği kısa söyleşilerde, oyuna nasıl çalıştıklarını, oyunun ortaya çıkma sürecini izleyenlerle paylaşıyor. Bu karşılaşma, az önce oyunu izleyenlerin oyunun kendilerine dokunan yerlerini toplulukla paylaşması ölçüsünde amacına ulaşıyor.
Gösterimde olan beş oyuna ilave olarak bu ay içinde ilk gösterimini yaptıkları Beliz Güçbilmez’in yazıp yönettiği günün hemen her saatinde karşımıza çıkan kadın taciz ve cinayetlerinin gündelik hayatımıza sızması karşısındaki panikleyişi anlatan “Othello! Bir İntikam Provası” adlı yeni oyunlarıyla birlikte toplam altı oyunla yol almaya devam ediyor Mek’an Sahne. Trans kadınların aşklarını ve ölümlerini anlatan “Kadınlar, Aşklar, Şarkılar”; Gezi Direnişi’ni bir sokak çocuğunun gözünden anlatan “Artık Hiçbi’ Şii Eskisi Gibi Olmayacak! Sil Gözyaşlarını!”; Lorca’nın klasik metnini tek kişilik bir anlatıya çevirdikleri “Bernarda Alba’nın Evi”; bir otel odasında buluşan aynı yaşlarda fakat birbirlerinden farklı toplumsal sınıflara ait iki gencin, uzun bir zamana yayılan aşk hikâyesini anlatan “Tevafuk” ile 90’lı yıllarda ‘kaybedilen’ erkeklerini bekleyen kadınları konu edindikleri “Kuyu”, gösterime devam eden oyunları.
Size Kuyu’dan bahsetmek istiyorum biraz.
“Onların dilini giyindim ve her şey onlar gibi göründü bana.” Mek’an Sahne’nin mottolarından biri. Kuyu, Pelin Temur’un metni. Mek’an Sahne, ‘Kuyu’ ile birlikte 90’lı yıllarda yakınlarını ‘kaybetmiş’ kadınların dilini giyiniyor. Gözaltına alınan, aniden ortadan kaybolan, bir gün evden alınıp bir daha hiçbir yerde görülmeyen, hiçbir devlet dosyasında adı bulunamayan erkeklerini, ölümle yaşam arasındaki o ince aralıkta bekleyen kadınların hikâyeleri bu oyunda anlatılan.
Kuyu metninin sesi belki de sahnelenmek için yeni bir anlatı kategorisi; sahne üzerinde daha önce denenmeyeni, içsel bir ağıtın seslenip seslenmeme tedirginliğini taşıyor. Kadınların “verecek acımız yok bizim” derken sesledikleri şey, sahne üstünde görülecek bir şeyin olmadığıyla da yüzleştiriyor gibi izleyiciyi. Mesafesi iyi ayarlanmış bir tür dertleşme, bir tür altüst oluşun kıyısında insanca duruş, bir tür tören hatta. Ortadaki yokluğa, kaybolma halinin boşluğunda birikmiş acıya dokunuş var bu oyunda. Kuyu’da, sahne üstünde, hareket halindeki üç kadının söyleye söyleye bize doğru yaklaşmasında ya da bizim kadınlara doğru çekilmemizde yaratılan şey, kendi duygu yoğunluğu içinde o ana tanıklık eden her şeyi bir an içinde eritmesinde gizli.
Sahne matematiği özenle kurulmuş ve bir ritüel gibi kendi duygusunun içinde eriyene kadar çalışılmış bir oyun bu, çok açık, anlıyoruz bunu. Ahmet Melih Yılmaz, oyunun yönetmeni. Oyun başlarken karanlıkta yavaş yavaş beliren kadınlarla birlikte adım adım, bir kayıp ve bekleyişin içine doğru çekiliyoruz. Aynı yolu dönüp dönüp yürüyoruz onlarla birlikte. Sahnede tanık olduğumuz duygu, o kadınların erkeklerini ölü mü sağ mı olduklarını bilmeden bekleyişlerine düğümleniş. Günün her anı “ona neler olmuş olabileceğini düşünmek” tuzağının hemen kıyısında dolanan kadınlar bunlar. Bu kadınlar nasıl korumuşlardır kendilerini… bir lütufmuş gibi kaybının kemikleri kucağına verildiğinde içinde sessizleşmesi beklenen yas kuyularından nasıl korumuşlardır kendilerini?
Sezen Keser, Beste Tuncay ve Özge Bozdoğan’ın “nerdesin?” fısıltılarıyla yamacına çekildiğimiz kuyunun etrafında dönerken bir yandan kadınların acısının yakıcılığıyla yüzleşiyor, bir yandan da kötülükle ilgili soruların derinliğiyle hesaplaşıyoruz. Yük’lerini kuyuya kadar sürükleyip attıktan sonra gidip çay içen adamlar... “Bütün bunlar ne garip!” dedirtiyor, “Bir çay bardağının etrafında kavuşan insan ellerinin, bir boğazın etrafında da kavuşacağını düşünmek!” ne garip.
Hikâyesini anlatan ama anlama çabamızla rahatlamamıza izin vermeyen kadınları dinleyin gidip. Oyun orada… sekiz on adımlık bir sahnede oynanıyor. Oyunun sahnelenmesindeki sadeliği görün, metnin duygusuna ve oyuncuların hareketlerindeki akışa bırakın kendinizi. Düştü düşecek bir kadına omuz veren başka bir kadını, şalların omuzlara atılışını, özlemle hatırlanan güzel günlerin çağrıldığı bir düğün gününde oynamaya duran bir kadının elini havaya kaldırıp parmaklarını kıvırmasını, kendi etrafında dönüşünü izleyin mutlaka. Kuyu’da ardı sıra akan sahnelerin bir anında oyunun sizi kendine bağladığını fark edeceksiniz.Oradan çıktıktan sonra, çok sonra bile, içinizde adım adım oyulmuş bir kuyunun kıyısında duracak, düşüneceksiniz –ki, bir tiyatro oyununda örneğine az rastladığımız bir şey bu.
Evrensel'i Takip Et