24 Mart 2015 00:53

Burhan Sönmez: Herkesin içindeki İstanbul'u göstermeye çalıştım

'Doğa, insanın yarattığı değil, içinde var olduğu varlıktır. Oysa kent, insanın yarattığı yeni bir doğadır. İnsanın yaratıcılıkta eriştiği yeni bir eşiktir. Parçaları değil bütünü değiştiren insan, artık bütünsel bir 'mekan' inşa eder. Kent, doğa içindeki bu yeni mekanın adı ve insanın yaratıcılığındaki evren modelidir...'

Paylaş

Sevda AYDIN
İstanbul

“Bir çocuk karanlığa kalmış ve dar sokaklarda yönünü şaşırmışsa orası İstanbul’dur. Eski sevgilisini bulmak için maceraya atılan gencin, siyah tilki kürkünün peşine düşen avcının, fırtınada sürüklenen geminin, dünyayı bir elmas gibi avucuna almak isteyen prensin, boyun eğmemeye yeminli son isyancının, şarkıcılık hayaliyle evden kaçan kızın, para babalarının, hırsızların ve şairlerin vardığı kent İstanbul’dur. Her hikaye burayı anlatır.”
Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo, Küheylan Dayı… İstanbul’un yer altında bulunan bir hücrede buluşan dört adam. İşkencenin ağırlığıyla yaslanıp birbirlerine yer üstündeki zamana dalıp “Aslında uzun hikaye, ama ben kısa anlatacağım,” diyerek hikayeler anlatıyorlar birbirlerine... Burhan Sönmez, İstanbul’un siyah beyaz fotoğraflarına bakıp ağlanan kenti, umutla anlatılan hikayelerin kahramanı yapıyor.

İstanbul  İstanbul, edebiyatınızın önemli noktalarını veren bir roman. Örneğin “geçmiş” ve “gelecek”. Herkesin geçmişe ve geleceğe dair arayışları farklıdır. Romanlarınızda bu arayışa kendi kaleminizden bir parantez açıyorsunuz. İstanbul İstanbul’da geçmiş “hikaye edilen”, gelecek ise umutla bakılması “kararlaştırılan” bir noktada duruyor…
Geleceği tartışırlar romanda. Geçmişin, Tanrı’yı bile çaresiz kılan gücünden söz ederler. Ama şimdiki ânın varlığına bağlı yaşarlar. Muhafazakarlar geçmişi özler ve ilericiler geleceği isterken, orada bir boşluk doğar: Bugüne ne olacak? Bugün kimindir? Romandaki acı çeken insanlar, acıdan kaçmak yerine, şimdiki âna dair sorular sorarlar. 
Küheylan Dayı’nın, bedenin yetersiz kaldığı, yani hücreyi aşamadığı yerde hayali sofralar kurup dışarıya ulaşması, geçmişe veya geleceğe kaçış yerine, şimdiki ânı başka yollarla dönüştürme, aşma ihtiyacına işaret eder. Umut, evet, ama yarına değil bugüne bağlanan bir umut...

Romanın aynı hücrede buluşan dört karakteri ve anlattıkları hikayeler. İç içe geçiyor, dağılıyor, sonsuzluğa ulaşıyor, içine pek çok insanı, yeri, zamanı sığdırıyor.  Sonra hücrede bir araya geliyor. İnsanın yeri ne kadar dar olursa olsun, zihninin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor…
Beden, sınırlıdır. Doğar ve ölür. Ölümün sınırını geçemez. Ama zihin, o sınırı sonsuzca aşabilir; hayal gücü, bütün evrene uzanabilir. Kentin varlığı, bunun somut tasviridir. Doğa, insanın yarattığı değil, içinde var olduğu varlıktır. 
Oysa kent, insanın yarattığı yeni bir doğadır. İnsanın yaratıcılıkta eriştiği yeni bir eşiktir. Parçaları değil bütünü değiştiren insan, artık bütünsel bir “mekan” inşa eder. Kent, doğa içindeki bu yeni mekanın adı ve insanın yaratıcılığındaki evren modelidir. Her şeyi barındıran evren gibi kent de her şeyi içerir: Doğu da ondadır, batı da; kır ve kent, eski ve yeni, uzak ve yakın, karamsarlık ve umut ondadır. Bütün nehirlerin akıp biriktiği deniz gibi.. 

Masalsı bir anlatıma sahip romanlarınız. İstanbul İstanbul’da hücrede, üstelik işkence çeken insanların anlattıkları hikaye kadar acıyı, iyilik-kötülük, varlık-yokluk gibi pek çok kavramı tartışıyor. Bir “masal alemindeyken” felsefenin tartışmalı başlıklarında oluyor okur… Masumlar için yaptığımız röportajda “Felsefenin masalı var mıdır? Olabilir mi? İşte ben kendimce bu soruyu sormaya çalışıyorum” demiştiniz. Son romanınızda buna cevap bulabildiniz mi?
Cevabı bulmanın yolu sanırım cevabı yaratmaktan geçiyor. Bir yekpare dil var, onu arıyorum. Her romanla, o dilin bir parçasını kurmaya çalışıyorum. 
Goethe farklı bakmış kente, Neitzsche farklı. Benjamin, onlardan da farklı bir yol izlemiş, kente, büyülü bir dünyaya bakar gibi bakmış. 
Ben o büyülü dünyanın gerçekliğini merak ettim. Düşünerek değil yazarak, her kelimede gerçeği arayarak bunu anlamaya çalıştım. 

HERKES YANINDAKİNE SAĞIRKEN, BAĞIRMANIN YARARI VAR MI?

Kitabın sonunda Hallac-ı Mansur’dan alıntı var: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” Bu alıntı, İstanbul’un bugün çektiği acıya farkındalık çağrısı gibi…
Duymanın birinci şartı, yardım isteyenin bağırması değil, ona yardım edebileceklerin duyma yeteneğine sahip olmasıdır. Herkes yanındakine sağırken, bağırmanın yararı var mı? İnsan, hayvandan farklıdır. Hayvan, acıyı hisseden canlıdır. 
İnsan ise, başkasının acısını hisseden varlıktır. Çevremize bakalım. Toplumun kaçta kaçı bu insani özelliği taşıyor? Kendi bencilliğine kapılmadan, yanı başındakilerin acılarını kaç kişi hissediyor? Savaş, açlık, evsizlik, yağma, hayatlarımızın ve kentimizin talan edilmesi... bunların acısını hissetmeyen insan, insanlığın neresindedir?

Kentsel dönüşümün de etkisiyle kent kitapları son yıllarda epey arttı. Kente dair pek çok şey tartışıldı. Özellikle insanın yaşadığı kentle kurduğu ilişki buralarda hep sıyrılıyor gibi. Yani bu tartışma bina yıkıp-dikmekle sınırlı kalıyor sanki. Kitabı okurken gözümüze çarpan her hikayesinin mutlaka İstanbul’la ilgisinin olması, bu açıdan da gözü doyuran bir okuma oldu benim için. İnsanın hikayesinin karakterlerinden birinin de kent olduğu gerçeğini söylüyordu bir bakıma. 
Kentin bedeni ve ruhu var. İstanbul acı çeker ve yardım ister. Hallac-ı Mansur’un söz ettiği cehennem, yani acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yer, bize İstanbul’u anımsatır. Bu kentin acılarını duyuyor muyuz? Sokaklarında dilenen savaş mağduru göçmenleri, yok edilen kıyıları, talan edilen tarihi binaları açıkça görüyor ve ona sahip çıkmıyorsak, şu soruyu sormalıyız kendimize: “Biz bu kenti hak ediyor muyuz?” 
Gezi eylemleri döneminde, insanlar sokağa çıktıklarında, aslında bu kenti hak etme isteklerini ortaya koyuyorlardı. Bu kente layık olmaya çalışıyorlardı. Kent, yalnızca maddi bir yapı değil, kültürel bir varlıktır. Manevi acılar çeker, ruhsal arzular taşır. Yalnızlığa, anlamsızlığa ve umutsuzluğa karşı, el ele tutuşmaya, sahiciliğe ve iyiliğe ihtiyaç duyar. 
Sorun birkaç binayla veya üç beş ağaçla sınırlı değil, aldığımız soluğu da belirleyen bütünsel kent varlığıyla ilgilidir. Romanda insanları anlatır gibi yaparken, bu yüzden, aslında İstanbul’u anlattım. Herkesin içindeki İstanbul’u göstermeye çalıştım. 

AZİZ İSTANBUL DİYEREK AĞLAMAK KENTİ ANLAMAMIZA YETMEZ

Edebiyatta benzer bir durum var. Eski olana özlem, yeni olana ya da bugüne yabancılık duygusu… Siz romanınızda bu bilinenin dışına çıkıyor, farklı zamanları aynı mekanda buluşturuyorsunuz. İstanbul eski silüetine değil, bugünün kaosuna yüzünü dönüyor…
Geçmişe aşırı özlem, bugüne ve geleceğe dair bir güvensizliği de ifade eder. Yaşlılığın doğal parçası sayılabilecek bu duygunun, edebiyatımızın ana ruhu haline gelmesi ise bir sorun oluşturur. “Aziz İstanbul” diyerek geçmişe özlem duymak ve yitip gidenlere ağlamakla yetinmek, bir şarkının konusu olabilir, ama kenti anlamamıza yetmez. Baudelaire öyle yapmamıştı. Kaosun, kargaşanın, değişimin odağındaki Paris kentinde şiir yazarken, kendini geçmişe özlemle sınırlamak yerine, o anın dertlerine, insanlarına ve beklentilerine odaklanmıştı. Yalnızca eski güzel şarkıları dinlemedi, o günün sokak insanlarını da, fahişelerini de, maceracılarını da, yeni bireyini de anlattı. Bizim şiirimizin ancak İkinci Yeni akımıyla yaklaşabildiği bu kıvam, henüz romanımızda tam olarak içselleşmiş değil. Ortalığı, geçmişe kederle bağlanan ve bu yüzden de geçmişin gerçek manada anlaşılmasını da olanaksız kılan bir edebiyat duyarlılığı sarmışken, ne İstanbul’un yeni siluetini görmek, ne de bugünün kaosunu anlamak mümkün olabiliyor.

HAYDARPAŞA’YA GELMEYEN TRENİN DÜDÜK SESİNDE İSTANBUL’UM

Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo, Küheylan Dayı… Her karakter, İstanbul’un farklı bir yüzünü veriyor bize. Tıpkı kitapta geçen şu söz gibi “İstanbul bin hücreli bir kent…”
Biz de o hücrelerin birindeyiz. Hem İstanbul’un içindeyiz, hem de İstanbul bizim içimizde. İstanbul tek bir binayla temsil edilemez, tek bir tarihi anla ifade edilemez, tek bir dilin varlığıyla kendini gerçekleştiremez. Bütün tarihlerin biriktiği, seslerin buluştuğu ve her bir bireyin damla misali ayrı ayrı dahil olduğu bir denizdir o.

Peki ya sizin İstanbul’unuz hangisi, yüzünüz kentin hangi hücresine dönüyor?
Benim İstanbul’umun bir parçası, yeraltındaki hücrede. Bir parçası, Kadıköy’den Karaköy’e doğru ağır ağır giden vapurun güvertesinde. Bir parçası, gecekonduların dar sokaklarında. Bir parçası, Gezi Parkı’ndaki bir ağacın gölgesinde. Kütüphane raflarındaki şiirlerde, rakı masalarında, sokakta yatanların yalnızlığında... Birkaç aydır Haydarpaşa Garı’nın saati durdu, oraya trenler gelmiyor. O gelmeyen trenlerin düdük sesindedir İstanbul’umun bir parçası.

SÖZE YÜZ VERMEYEN KADINLARIN ÖZ GÜVENİNİ TAŞIR ZİNÊ SEVDA

Romanlarınızda kadınlar farklı bir yer tutuyor. Kuzey’de Şahmaran Kadınları özgürlük mücadelesi veriyordu. İkinci kitabınız Masumlar'da Kevvê ve İranlı Feruzeh de yine bir hayat mücadelesi içindeydi. Son romanınızda ise Zinê Sevda suskunluğuyla direnişini sürdürüyor… 
O kadınlar ki, toplumsal evrimde yanlış yol izleyen insanlığın doğru yanıdır. Erkeklerin söze ve günlük hayata hakim olduğu bir çağda, söze yüz vermeyen kadınların öz güvenini taşır Zinê Sevda. 
Söz, dile gelen değil, yer altının karanlığında birikendir. Zamanı geldiğinde açığa çıkacağı yeri ve biçimi bilir. Ezilen, taciz edilen ve erkeğe eşit görülmeyen kadın, kendi varlığını kendine özgü yollarla ortaya koyar. Zinê Sevda bunu gösterir bize.

ÖNCEKİ HABER

Ömer Madra: Altı ay dayanırsak iyi demiştik, yirmi sene oldu

SONRAKİ HABER

İç Güvenlik Paketi bu hafta yasalaşabilir!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa