Kanıta ihtiyaç duyan üzgünlük: Roboskî
O 'yarık' derin bir yarık. Biz, hayvanımıza bile kendi kendimize üzülüyoruz. Hayvanımıza bile üzülmemizin kanıtı aranıyor. Çünkü üzülmek bile perde perde. Hiyerarşisi var şehirden kırlara doğru.
Mehmet Said AYDIN
Kimi kitapları çok bekleriz. Ayak sesi beklemek, su sesi beklemek, tahliye beklemek gibi bir beklemek olur kimi zaman. Gelir, hayatımızın ortasında durur, onu okuduğumuz zaman boyunca ılık bir duygu bırakır ve son kelimesini okuyup kapadığımızda bitmez. Devam eder; zaten okurken yavaş yavaş okumuşuzdur, bir şekeri sakince ezer gibi, bir kokuyu yavaşça koklar gibi, bitmesin istediğimiz her şeye yaptığımız gibi davranırız ona. Ama biter. Bu bilgi hem iyi edicidir bir bakıma, hem kötü. Şaşmaz bilgi: Hayat ölümlüdür, gün akşamlıdır, kitap bitimlidir. Öyle bir kitap yayımlandı geçenlerde, alırken bile heyecan duyduğum. Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı (Metis Yayıncılık). Kitabı anlatmaya kalksam, kelime kelime aktarmak gerekir diye düşüneceğim ve dünyanın en sıkıcı şeyini yazacağım. Ben duygusunu anlatacağım. Duygusunu ve gördüğüm o haberi.
Önce hatırlayalım: Şırnak diye bir il var, bu il Türkiye sınırları içinde ama bir sınıra epey yakın, içinde Uludere [Qilaban] diye bir ilçe ihtiva ediyor. O ilçenin de artık sınırın iyice belirsizleştiği köyü var. Adına “Ortasu” mu derler, başka şey mi bilmiyoruz. Ama bizim lügatimizde adı malum: Roboskî. 2011 yılında Roboskî’de olanı bilmeyenin ya kalbi yoktur ya da kimi insani hasletlerden, duyulardan uzaktır. Ya da hakikaten bütün iletişim araçlarına uzak bir hayat yaşıyordur, inzivanın feriştahıyla memurdur. Roboskî dedik (biraz sessizlik) ve devam ediyoruz.
Gürbilek’i ilk, oradan buradan uğraşarak kimi sayılarını edindiğim Defter dergisinden biliyorum. Çoğu insan da ilk olarak orada görmüş, duymuş olmalı. Sonra tercümeleri, denemeleri ve kitapları geldi. Günü gününe okumadım, kimini sonradan dönüp okudum, kimi kitabına, denemesine günler gecelerce baktım. Neredeyse bütün yazdıklarında şaşırtıcı bir şey, şimdilerde nasıl deniyor “kafa açıcı” şeyler buldum. Ufuk denen şey aniden genişledi: Şuna benziyor bu, mübalağa ediyormuşum duygusuna kapılmadan söylüyorum, aynı manzaraya bakan iki kişinin yorumu. Ben sahildeki güzel bir şezlong üzerine konuşabilir, ondan söz açabilirim. Ama Gürbilek o sahili bir ovayla karşılaştırır, ta uzakta görünen karaltı üzerine bir yorum yapar, sonunda da sahilin kumlarının neler hissettirdiğini anlatır ve kalakalırız. Ben halen bir şezlonga alık alık bakmaktayımdır. Sessizin Payı da işte böyle bir hisle geldi. Bu yazıya “duygu”sunu veren deneme ise “Fatih-Harbiye, Son Durak - Büyük Yarılma” başlığını taşıyan metin. Peyami Safa’nın çok bilinen romanından doğru kurulan “ikilik”lerin tartışıldığı ve sonunda “yarık”a gelinen ufuk açıcı o metin. Orada diyor Gürbilek: Taksim yerine Kazlıçeşme’yi öneren başbakanın, konu Roboskî olunca “emri ben verdim” deyişini unutmamalıyız. Fatih-Harbiye arasında kurulan ikilik, bu bağlamda devam eden bir çizgi. Ve üstelik “tutarlı” da bir çizgi. Devlet, unutmaz.
Üzerinden çok geçmedi. Devletimiz katırları “imha” etti. Öcalan metinlerini ilk okumaya başladığım günlerde kafamın içinde dolaştırdığım kelimelerden biriydi “imha”. Öteki ikisi de inkâr ve asimilasyondu. O metinlere aşina olanlar bilir, Öcalan üslubunun şaşmaz terkiplerindendir “inkâr, imha ve asimilasyon”. Devlet “yanlışlıkla” öldürdüğü insanların üzerine yağdırdığı bombalarla yetinmedi, bir de gitti katırları imha etti. Katır. Bildiğimiz katır. Hayvan. Savunmasız, çaresiz, dünyayı beraber paylaştığımızı vehmettiğimiz katırlar.
Bir gelin tanımıştım geçmiş zamanda. İzmir’den gelmişti Kürdistan’a; şaşkındı. Yemeklere alışamamıştı, bunu anlamıştık. Gündelik hayatta kimi zaman ayağı sürçüyordu, bunu anlamıştık. Suyun tadını garipsemişti, işlenmiş sulara ihtiyaç duyuyordu içmek için, bunu anlamıştık. Gazetecide aradığı kimi şeyleri bulamadığına üzülüyordu, bunu anlamıştık. Bir gün yolda ağladığını görmüşler. Birkaç akraba merakla gitmiş yanına, hayırdır inşallah demişler, ölüm kalım mı oldu, iyi misin kurban, demişler. Kaygıdan duramamış biri, gitmiş hemen su almış berideki bakkaldan. Yüzüne dökmüşler, hele iki gözüm otur soluklan demişler. Soluklanmış, nefesi boğazına geri gelmiş, iki gözünün çeşmesi sakinlemiş. Hele anlat, neyin var demişler. “Anlatsam bana gülersiniz,” demiş gelin. Sonra sonra anlaşılmış ki yolda ezilen bir köpeğe ağlıyor. Oradaki herkes vahvahlanmış, oy köpekçik demiş, canı çok yanmamıştır inşallah dillerinden düşmemiş. Biri fark etmiş akabinde: “Biz buna neden gülüyoruz sahi?”
Çünkü, demiş o gelin; sizin evlerinizde hiç hayvan yok.
Çünkü, demiş bizimkilerden biri de; sen bizim hayvanlarımızı hep evlerimizde aradın. Çevir kafanı bak atlara, eşeklere, katırlara, horozlara, kedilere, köpeklere. Bir bak hele demiş. Anlamamışlar bunu. Anlamayı reddetmişler.
O “yarık” derin bir yarık. Biz, hayvanımıza bile kendi kendimize üzülüyoruz. Hayvanımıza bile üzülmemizin kanıtı aranıyor. Çünkü üzülmek bile perde perde. Hiyerarşisi var şehirden kırlara doğru.
Beklediğim o kitap, imha edilen katırların haberine karıştı İstanbul’da. Dilimden de başka şey geçmedi: Bi qurbana qantiran bin.
mehmetsaida@gmail.com