‘Başkan babamızın sonbaharı’: Politik ataktan panik atağa
‘Genç sivil’inden gazetecisine, yeri geldiğinde gözünü kırpmadan protestocu tekmeleyecek muhafız-danışman sürüsünden sosyal medya trolüne kadar, bunlar, bir politik meşruiyet üretimi için 7/24 çalışıyorlardı. Bu ‘büyü’, şimdilerde hayal kırıklıkları TV performanslarından okunan bazı yandaş yazarların söylediğinin aksine, yakın zamanda ortaya çıkan iç çatışma ve çatlaklarıyla değil; Gezi direnişiyle bozulmuştu.
Hakkı ÖZDAL
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 27 Mart günü Karabük’te yaptığı konuşmada, ‘Dünya Tiyatrolar Günü’nün anlamına gönderme yaparcasına, “hiçbir partiden değil milletten taraf olduğunu” söyledi ve hemen ardından anamuhalefet partisi CHP ve liderinin seçim vaadi olarak öne sürdüğü ‘emeklilere iki maaş ikramiye’ sözünü alaycı ifadelerle eleştirdi: “Ben millete gidin diyorum, birileri yanlış anlayıp notere gidiyor!”Ve bunun ardından da “400 milletvekili ile yeni anayasa ve başkanlık sistemi meselesini halledebilirsin” diyerek Karabüklülerden de ‘malum parti’ için oy istedi…
Bunlar olurken, Karabük’teki miting alanına doluşmuş kalabalığın ön tarafındaki, 100 kadar gençten oluşan bir topluluk, “Mücahit Erdoğan”, “İşte ordu, işte komutan” gibi militarist sloganlar atıyorlardı. Bu sloganlarla paralel şekilde, kimilerince bir tür ‘isyan bastırma’ tedbiri olarak görülen “İç Güvenlik Paketi” tasarısı sabaha karşı yasalaşmış ve sabah da Cumhurbaşkanlığı bütçesi için ‘örtülü ödenek’ ayrıcalığı getirilmişti… Ancak o gürültücü genç topluluğun arkasında ve etrafında duran kalabalıktaki ‘durgunluk’ da dikkat çekiciydi. AKP ve Erdoğan’ın, su götürmez delilleri ortalıkta dolanmakta olan yolsuzluklarının gölgesi altında girdikleri 30 Mart yerel seçimleri için yapılan mitinglerde bile böyle bir ‘durgunluk’ görülmemişti.
Tüm bu gelişmeler, haziran seçimlerinde sonuç ne olursa olsun, Erdoğan liderliğindeki iktidar bloğunun sert ve tavizsiz bir ‘yönetme’ sürecine hazırlandığını işaret ediyor. Elbette bunların yanına konması gereken çok önemli bir işaret daha var: Erdoğan’ın Kürt siyasal hareketiyle sürdürülen ‘çözüm süreci’ müzakerelerinin geleceği hakkında sarf ettiği olumsuz ifadeler ve buna paralel olarak yaşanan askeri operasyonlar, irili ufaklı ‘çatışma’ ve ‘taciz atışları’ haberleri…
***
2002 yılında tuhaf bir seçim matematiği ve yüzde 10 barajının yardımıyla iktidara gelen ve ‘daha fazla demokrasi’ vaadi, uluslararası destek ve buna bağlı sermaye akışıyla iktidarını sağlamlaştıran AKP’nin, hem siyasal meşruiyetini hem de taban desteğini devşirdiği toplumsal kesimler, yeni muhafazakar orta sınıflar ve 12 Eylül sonrasında siyasal örgütleri darmadağın edilmiş, şiddet ve terör yoluyla politika alanının dışına sürülmüş ve sonsuzca yoksullaştırılmış emekçilerdi. MÜSİAD, TUSKON ve ASKON isimli patron örgütlerinde temsilini bulan İslamcı ‘yeni’ burjuvaların, laik elitlere karşı devlet destekli ‘ihale başarıları’; yine kamu kaynaklarının seferber edildiği inşaat projelerinin, Kamu İhale Kanunu’ndaki seri değişikliklerle sürekli ahbaplara servis edilmesi, bunların çevresindeki ‘iş ortamı’na bağlı olarak çalışan yeni bir orta sınıf da yaratmıştı. ‘Genç sivil’inden gazetecisine, yeri geldiğinde gözünü kırpmadan protestocu tekmeleyecek muhafız-danışman sürüsünden sosyal medya trolüne kadar, bunlar, bir politik meşruiyet üretimi için 7/24 çalışıyorlardı. Bu ‘büyü’, şimdilerde hayal kırıklıkları TV performanslarından okunan bazı yandaş yazarların söylediğinin aksine, yakın zamanda ortaya çıkan iç çatışma ve çatlaklarıyla değil; Gezi direnişiyle bozulmuştu. Doğanın ve kentlerin talanı pahasına şişirilen inşaat sektörü ve buna bağlı zenginleşme, hem siyasi hem insani olarak lime lime dökülen, kışkırttığı çatışmaları ülke içine taşıyan bombaların gürültüsüyle çökmüş maceraperest dış politika, emareleri her yerde görülen yolsuzluklar ve bir parti-devlette görülecek türden kayırmacılık, kadrolaşma; Gezi direnişinden başlayarak AKP iktidar bloklarının karşısına çıkmaya başlamıştı. Yolsuzluklar, bunların ortaya çıkması karşısında Anayasa’nın ve en temel hukuk kurallarının askıya alınması, çağın ruhu üflenmiş bulunan ve bu haliyle engellenemez bir olgu haline gelen internet mecralarına karşı girişiler despot savaş, artık bir katliama dönüşen iş cinayetleri ve bunlar karşısındaki umursamaz/küstah/saldırgan tutum, seçim hileleri, toplumun tüm kesimleri ve hatta İslamcı siyaset eşrafının bile aleyhine inşa edilip dayatılan tek adam rejimi…
Bunlar artık AKP içindeki kesimler tarafından bile hazmedilmiyor. ‘Liberaller’, ‘cemaat’ gibi sayıca güçsüz ama kullanışlı yol arkadaşlarının çekilmesinin ardından, iktidar partisi içinde kimi belli kimi belirsiz çeşitli sınırlarla birbirinden ayrılan ve artık ‘aynı davayı’ gütmedikleri görülmeye başlanan klikler de birbirleriyle çatışmaya sürükleniyor. Hükümet sözcüsünün, cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlarını hatırlatan sözlerinin ardından kendisini istifaya davet eden, ‘AKP markası’ ile özdeş Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı’nı açıktan yolsuzlukla suçlaması bunun en görünür hali, çatlağın yüzeye yürümüş ucu oldu. ‘Kürtlere karşı savaş’ın artık sürdürülemez hale gelmiş olduğu gerçeğini, aslında hak edilmemiş bir ‘barış mimarı’ payesini de ‘bonus’ olarak yedekleyecek şekilde ve gönülsüzce sürdürme ‘reel politikası’ yerine, 90’lardan kalma ve son kullanma tarihi geçmiş ‘şahin’ politikalara tevessül etme hali de; yüzeye yürüyen bu uçlarla çatırdayan iktidar bloğunun -çok sayıda ‘şahsi tehlike’ içeren- parçalanması ihtimaline karşı panzehir olarak görülüyor olmalı. Ama bunun ne kadar olanaksız olduğu, yani ‘güvenlikçi’ bir yaklaşımla Kürt sorunu üzerinden yaratılmış ‘ittifakların’ toz duman olmaya nasıl da mahkum olacağını, çok değil, bir hafta önce Diyarbakır ve öteki yerlerdeki Newroz kutlamaları sırasında Kürt halkı ve onun dostları gösterdi.
***
Yaklaşık bir yıl önce kaybettiğimiz edebiyatçı Gabriel Garcia Marquez’in “Başkan Babamızın Sonbaharı” isimli romanı, çok geçkin yaşına rağmen ölmeyen, sevgiden ve vicdandan yoksun, yaşama tutunmak için kan döken bir diktatörün öyküsünü anlatır. Marquez’in, “saltanatın ini” olarak adlandırdığı ‘saray’ın çöküşüyle başlar roman: “Hafta sonunda akbabalar, balkon pencerelerindeki kepenkleri gagalayarak başkanlık sarayına girdiler...”Sonra geriye doğru yürüyerek, kaynatılan şifalı otların miski amberi içinde yıkanırken sarayından ve saltanatından yükselen çürük kokularını bastırdığını zanneden o despotun ‘yalnızlığını’ ve kendi yok oluşuna doğru sürüklenişini anlatır.
Geçtiğimiz ay, Marquez’in doğduğu ve yaşadığı topraklara yaptığı ziyaretten dönerken, uçakta yanına hevesle sıralanmış gazetecilerine, “Dünya nezdinde yalnızlığı umursamıyorum” diyen ‘başkanımız’, bazı ‘akbaba’ların sarayın pencere kepenklerini gagalamaya başladığını görerek, ümitsizliğe kapılıyor mudur?