Varlık içinde yokluk
İnsanlar “prenses kesim tek taşlara” bile 15 dakikadan fazla bakarken, bize bu süre içinde baton salamlı sandviç, bir dilim kek ve bir meyve suyu verip, midemize inmesine müsaade etmeden bizden görev yerlerine dönmemizi bekliyorlardı.
Sarya TUNÇ/Gülşah KAYA
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir mücevher fuarı gerçekleştirildi. Dünyanın dört bir yanından zengin insanlar altın, elmas ve bilumum değerli madenle doldurduğu ya da boş getirip dolduracağı çantaları ile uçaklardan inip fuar alanına geldi. Derdimiz diğer haber organları gibi size fuarın içeriğini anlatmak değil elbette. Çok da umurunuzda olacağını sanmıyoruz. Zira bizim de umurumuzda değildi. Bu fuarla olan tek ilişkimiz, o gün o alanda çalışıyor oluşumuzdu. Ama ne çalışmak...
Hikâyenin başına dönelim: İki genç kadın, parasızlık münasebetiyle günlük iş arayışına girer. Bir şekilde bu fuarda çalışacak “genç kızlar” arandığına dair haber alırlar. Alınan haberin ilk düşündürdüğü, süslenip model olsun diye ortaya bırakılan “genç kızlar”dan olacaklarıdır. Can sıkar biraz tabii ama para lazım, el mahkûm. Ancak durumun öyle olmadığı anlaşılır, iş daha rahattır. “Tembihlenen”e göre, önlerindeki bilgisayarlara, gelen fuar ziyaretçilerinin bütün bilgilerini eksiksiz gireceklerdir. Ne kadar zor bir iş olabilir ki? Sonuçta bir sandalyeye oturup ad, adres, pasaport gibi bilgiler gireceksin. Şimdiden filmin sonunu söyleyelim: 3. günün sonunda kavga ederek ayrıldık. Hiç de öyle anlatıldığı gibi değildi işte!
Bir kere 11 saat çalışıyoruz. Günlük aldığımız parayı söylemek bile utandırıyor, ne yalan söyleyelim. 11 saat çalışmada sadece 15 dakika yemek molası var. “Yemek molası” lafın gelişi canım. Ne yemeği? Yemek namına bir şey yok. İnsanlar “prenses kesim tek taşlara” bile 15 dakikadan fazla bakarken, bize bu süre içinde baton salamlı sandviç, bir dilim kek ve bir meyve suyu verip, midemize inmesine müsaade etmeden bizden görev yerlerine dönmemizi bekliyorlardı. Yemek ortamı falan da yok. Bir tane masa var, erken gelen şanslı, sandalyesine oturup yiyor. Diğerleri ise yere oturuyor. Mülteci kampından hallice yani... Başımıza dikmişler 2-3 adamı, neymiş, kızları kontrol edeceklermiş. Kontrolün de sınırı yok, telefonla konuşamazmışız... Bir de laubali olma halleri var ki o kısma girmiyoruz bile.
ÇELİŞKİLER YUMAĞI
İlk iki gün kafamız biraz daha rahattı. Yine rahatsızız ama bize çok da dokunmuyorlar. Bunda koca fuar alanının karşılama ekibinde başımıza dikilen şef erkeklerin dahi İngilizce bilmemesinin etkisi mevcut. Ne tesadüftür ki yalnızca ikimiz biliyorduk. Bize biraz da mecburen müdahale edemiyorlardı anlayacağınız. Ancak üçüncü gün işler değişti. Diğerlerinden bağımsız, bizim biraz daha dikbaşlı olduğumuzu anlayan erkek şeflerimiz, bizimle başa çıkamayacaklarını anladıklarından olsa gerek başımıza bir kadın şef dikti. Ve içinde bolca ‘canım canım’ geçen tartışmalı dakikalarımız başladı. Bizimle aynı ücretle, üstelik ayakta durmak suretiyle bizden daha kötü koşullarda çalışan xx kromozomlu arkadaşımızın, bizim üzerimizde adeta her konuda söz sahibiymişçesine davranması, bunu erkek şeflik âleminde kabul görmek, onlardan daha erkek olduğunu ispatlamaya çalışmak için yapması en acısıydı sanırım.
Hayır hayır, daha üzücü olanı vardı tabii. Örneğin, tuvalete gittiğimizde tuvalet temizliğiyle görevli kadının söyledikleri... Çalıştığı yerden kafasını kaldırıp “Ben oğluma bir ayakkabıyı bile alırken düşünüyorum, hesaplıyorum, bu insanlar burada mücevher alırken benim kadar düşünmüyor” diye yüzümüze çarpması… Kime söylediğinin ya da alacağı cevabın bir önemi yoktu; kim bilir kaç dakikadır yaşadığı çelişkiyi düşünüyordu da birden bize denk geldi ve söyleyiverdi. Temizlik işçisi abla, kendince, sadece kendi hikâyesini anlattığını ve sadece kendisinin bunları yaşadığını düşünüyordu. Oysa orada ellerindeki telefon modeliyle hava atmaya çalışan kadınlı erkekli bütün çalışanlar, aynı kötü sandviçi yiyordu.
YİNE DE GÜÇLÜYDÜK
En nihayetinde bu koşullarda çalıştık, evet, ama biz de bu sürede işi daha eğlenceli hala getirmek adına bir şeyler yaptık doğrusu. Sonuçta sayı önemli değil, iki kişi bile olsak, birlik güç getiriyordu. Hal böyle olunca, hem zengin fuar katılımcılarıyla hem de başımıza erkek olmaları itibarı ile “kadınları kontrol” yetkisiyle dikilmiş adamlarla dalga geçme hakkımız baki idi.
Örneğin fuara katılmak için ta Şili’den gelen çifte “Aaa! Şili mi? Biz Şili’yi pek severiz.” dediğimizde yüzlerinde oluşan ‘zengin gülümseme’nin “Oradaki öğrenci ayaklanmalarını yakından takip ediyoruz” dedikten kısa süre sonra un ufak oluşunu görmek buna değerdi mesela. Niye o kadar bozuldular, anlamadık; ama Şili’nin AKP’lileri olabilirler.
Ya da ortalama bir insan ömrüne yetecek kadar Hindistanlıyı bir arada görmemiz ve her birinden farklı bir ‘jewellery’ telafuzu duymamız, dünya kültürlerini görmek duymak ve yaşamak adına her vatandaşın tatması gereken bir deneyim olarak geçti anı defterimize.
(Bu arada dipnot: Biz en çok ‘civiliri’ telaffuzunu beğendik. Ahir ömrümüz şu hayatta kaç kere imkân tanır bilinmez ama bir gün cümle içinde kullanırsak ‘civiliri’ şeklinde söyleyeceğimiz kesin!)
Bir kez de buradan çağrıda bulunmak istiyoruz: Dünyanın bütün sandviç yiyenleri, mücevher sahiplerine karşı birleşin.