Soykırım toplumsal hafızalarda
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Ermeni Soykırımı'nın 100. yılında Türkiye’de de soykırımla ilgili tartışmalar yaşanacak. Devlet soykırımı kabul etmezken, toplumsal hafıza ise soykırımı gözler önüne seriyor. Soykırım ile ilgili yapılan önemli bir çalışma da Antropolog- Yazar Adnan Çelik ve Tarihçi- Yazar Namık Kemal Dinç’in ‘Yüz yıllık ah! Toplumsal hafızanın içinde’ üst başlığıyla 1915 Diyarbekir adıyla kitaplaştı. Sahada yapılan çalışma İsmail Beşikçi Vakfı tarafından yayımlandı. Çelik ve Dinç, soykırımla ilgili sorularımızı yanıtladı. İlk olarak sorularımızı Antropolog – Yazar Adnan Çelik yanıtladı.
Ermeni Soykırımının 100. yılında kitabınız üst başlığında geçen Yüz Yıllık Ah! ifadesi öne çıkıyor. Bu ah neyi ifade ediyor?
Kitap ismi aslında yapmak istediğimiz çalışmayı özetliyor. Yüz yıllık ah! kavramı bize ait bir kavram değil. Sahada yaptığımız araştırmada bir görüşmecimize ait bir kavram. Ancak sahada 70 kişi ile yaptığımız görüşmede Diyarbakır’da insanların 1915’e dair duygulanımını en iyi özetleyen ifade bu oldu.
Sahadaki çalışmanızla Ermeni Soykırımının yaşandığını ortaya koyuyorsunuz. Fakat diğer yandan resim devlet söylemi soykırımı kabul etmiyor. Buradan hareketle 1915 soykırımına giden süreç nasıldı? Bunun Diyarbakır’a yansıması nasıl oldu?
Türkiye devleti yüzyıldır bırakın soykırım demeyi, böyle bir şeyin yaşanmadığını iddia ediyor. İnsanların canlı hafızalarında bunun bir soykırım olduğunu, bunun korkunç bir pratiğinin olduğu kitapta apaçık görünüyor. Yaptığımız görüşmelerin hiçbirinde bu bir soykırım değildir denilmedi, zaten ne yaşandığına dair 4 kuşak geçmesine karşın insanlar canlı bir şekilde hatırlıyorlar. Tabi soykırıma nasıl gelindiğine dair açıkçası daha derin araştırmalara ihtiyaç var. Hem tarihsel olarak hem de sözlü tarih olarak, toplumsal hafıza olarak şunu görüyoruz: Soykırıma bir hazırlık süreci yaşanmış. Soykırım pratike edilmeden önce Ermenilere yönelik bir düşmanlaştırma ve korkunun hakim kılındığı bir süreç yaşanmış... İttihat ve Terakki’nin hem genel düzeyde hem de yerel aktörler üzerinden soykırımı adım adım uygulamaya soktuğunu görüyoruz. Mesela çoğu insan bahsediyor, “Haber gelmişti cuma günü camileri basıp bütün Müslüman erkekleri öldüreceklerdi”, “Ermeni Komiticalar pusulayla haber göndermişler bir gün apansız herkesi öldüreceklerdi.” Somut olarak bunun bir karşılığı yok. Ama bu korku ve şayia üzerinden insanların ya soykırıma göz yummaları ya da soykırım sürecine dahil olmaları, yani rıza üretimi sağlanmış.
1915’İN KONTRGERİLLASI ‘CENDERMEYEN BEJİK’
Çalışmanızda soykırıma bütün Kürtlerin katılmadığını daha çok “cendermeyi bejik” olarak ifade edilen bir grubun aktif rol aldığını görüyoruz. Yine o zamanki Diyarbakır eşrafının da ismi geçiyor. Bunu biraz açar mısınız?
Bu çok tartışmalı bir konu. Kürtler, Kürtlerin rolü gibi ifadeler çok genel ifadeler. Bence bazı şeyleri görmemizi engelleyen ifadeler. Bu açıdan Kürtler kategorisinden bahsetmektense biz soykırımdaki aktörlere odaklanmanın daha doğru yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Soykırımdaki aktörler içinde Kürtler var... Bunlar Diyarbakır şehir merkezi için Diyarbakır eşrafı diye tanımladığımız ve aslında sadece Kürt olmayan Türk, Arap, Çerkezlerden oluşan Müslüman eşrafı diyebileceğimiz bir kesim var. Kırsal da ise daha çok ağalar, beyler ve dini liderin bir aktör olduğunu düşünüyoruz. Bir de enteransan bir şekilde, anlatılarda “cendermeyen bejik” diye belirttilen bir kategori var. Bu henüz üzerinde çalışılmamış ve daha literatüre geçmemiş bir kavram. Onları anlatırken, 1990’lardaki koruculara benzeterek tarif ettiler. Soykırım sırasında 1. Dünya Savaşı var. Askere alınan 18-45 yaş arasındaki erkeklerin büyük bir kısmı savaşta. Bu bejikler 45 yaş üstü iri yarı, güçlü, hareket kabiliyetine sahip kişilerden oluşturulan paramiliter bir güç. Aslında ‘90’lardaki JİTEM türü, kontrgerilla türü örgütlenmelere çok benziyor. Bunların işi aslında devlet güdümünde tehcir edilen Ermeni kafilelere saldırmak, geride kalmış, kendisini gizlemiş, saklamış Ermenileri bulup öldürmek gibi bir misyonları var. Bunlarla ilgili çok ciddi bir hafıza var. Bunlar lanetle anılıyorlar. Çok kötü anılıyorlar.
Çalışmanızda soykırım döneminde toplu katliamların yaşandığı yerlerin günümüze kadar katliamla anılan isimlerle birlikte günümüze geldiğini görüyoruz....
İnsanlar bize konuşmaya başladıklarında ilk olarak bahsettikleri şey şiddet hikayeleri oldu. Yani Ermenilerin öldürülmesine dair anlatılar. Bu anlatılar içinde en dikkat çeken şey ise hafıza mekanları diye tanımladığımız, öldürülme mekanlarıydı. Neredeyse Diyarbakır’ın her ilçesinde birden fazla öldürme mekanından bahsetti görüşmeciler. Öldürme mekanından kastım şu: Ermenilerin toplu bir şekilde öldürüldüğü ve o öldürme mekanlarının hafıza ile günümüze taşındığı yerlerden bahsediyorum. Hafıza üzerine yapılan çalışmalarda hep şeyi söylerler: Hafıza mekanla ilişkilendirir ve hep kendini mekan üzerinden devam ettirir. Hafızanın bu kadar canlı olmasında hafıza mekanlarının çok önemli bir yeri var.
KİRVELİK BİRLİKTE YAŞAMIN KURUMU
Ermeniler ile Kürtler arasında kirvelik ilişkisini kitabınızda öne çıkan bir durum olarak göze çarpıyor....
Kirveliğin Kürtlerin ve Ermenilerin veya Müslümanların ve Gayrimüslimlerin birlikte yaşaması açısından çok önemli bir kurum olduğunu görüyoruz. Kürtler ve Ermeniler bin yıllardır aynı coğrafyayı paylaşıyorlar. Dinleri farklı olduğu için aralarında evliliklere sıcak bakılmıyor. Bir yandan da aynı mekansal yerleri paylaştıkları için bir iletişim halinde olmaları gerekiyor ekonomik açıdan. Bütün bu dengeyi sağlayıcı kurum olarak kirvelik öne çıkıyor. Çünkü kirvelikte, evlilikler kesinlikle yasak, ama siz kirve olduktan sonra sosyal olarak yapay bir akrabalık ilişkisi kuruyorsunuz. Yapay akrabalık ilişki üzerinden bütün sosyal ve ekonomik ilişkilerinizi çok iyi bir şekilde yürütebiliyorsunuz. Kirvelik bir nevi aslında Kürtlerin, Ermenilerin ve diğer etnik ve inanç gruplarının birlikte yaşamak için buldukları bir mekanizma.
1915’ten sonra Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürtlerin günümüze kadar süregelen bir inkar ve imha politikasıyla karşılaştığını görüyoruz. Bu yönüyle Ermenilerin yaşadıklarıyla tam olmasa da bir benzerlik var. Buna dair neler diyeceksiniz?
Kürtçe çok yaygın bir deyim var. Ermeniler gitmeden önce Kürtlere şöyle seslenmişler; Em şîv in, hûn paşîv in (Biz akşam yemeğiz, siz de sahur yemeğisiniz). Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra Şeyh Said isyanı oluyor. O günden bugüne süren bir devlet şiddeti, bir asimilasyon, inkar ve yok etme pratiği var. Kürtler devletin bütün bu pratiğini 1915 ile ilişkilendirerek anlatıyorlar. Diyorlar ki, devlet önce Ermenileri bu topraklardan yok etti, sonra Kürtlere yöneldi. Bunun üzerinden de böyle bir tarihsel mağduriyet ortaklığı, bir tarihsel özdeşlik kuruyorlar. Bunun gerçekten hafızanın çok ciddi bir şekilde devam etmesini sağladığını düşünüyorum. Kürtlerin soykırımla yüzleşme açısından ülkenin batısına oranla daha açık ve görece daha kabul edilebilir bir pozisyonda olmalarının da bundan kaynaklı olduğunu düşünüyorum.
‘AYRIMCILIK GÜNÜMÜZE KADAR SÜRÜYOR’
Çalışmanızda Müslümanlaştırılan Ermenilerden söz ediyorsunuz....
Açıkçası Müslümanlaştırılmış Ermeniler meselesinin önümüzdeki yıllarda daha çok tartışılacağını düşünüyorum. 70 görüşmecimiz arasında 5-6 tanesi Müslümanlaştırılmış Ermeni ailelerdi. Çok fazla Müslümanlaştırılmış Ermeni olduğunu gördük Örneğin bir ilçenin köyüne gittiğimizde bir iki Müslümanlaştırılmış Ermeni kadından bahsedildi. Hatta Kulp gibi daha aşiret yapısının güçlü olduğu yerlerde aile bazlı kurtulan ve Müslümanlaşan aileler olduğunu gördük. Bu da bir tabu idi. Bu hiç tartışılmadı, hep görmezden gelindi. Çünkü Müslümanlaştırılmış Ermenilerden bahsetmek demek, bir nevi soykırım gerçeğinden bahsetmek demektir. Bir yandan Ermeni cemaati tarafından Müslümanlaştırıldıkları, Hıristiyan olmadıkları için onlara yönelik çekinceli bir yaklaşım var. Türkiye Cumhuriyeti devletinde Müslümanlaşsalar da onlara yönelik güvensizlik var Müslüman toplumunda. Arada kalma dediğimiz durumu alabildiğine çok derin yaşayan bir kategoriden bahsediyoruz. Tarihsel araştırmalar 200 bin rakamından bahsediyor 1915’ten sonra hayatta kalan Müslümanlaştırılmış Ermenilerin. Onları nüfus projeksiyonuna tutarsanız milyonlarla ifade edilebilecek rakamlara ulaşmak mümkün. O yüzden bu mesele çok önemli. Hem soykırım gerçekliğiyle yüzleşme açısından hem de hayatta kalan zorla Müslümanlaştırılanlara dair yüzleşme pratiği açısından çok önemli.
Müslümanlaştırılmış Ermenilere karşı bir önyargı ve ötekileştirme hali söz konusu. Bunu açar mısınız?
Müslümanlaştırılmış olmaları onların Ermeni olduğu gerçeğini unutturmadı aslında. Bugün hala Kürtçe bavfileh tabiri onları damgalayan bir sözcük olarak kullanılmaktadır. Onlar Müslüman olmuş olsa bile onun Müslümanlığı ile kendi Müslümanlığının aynı kategoride düşünülemeyeceğini göstermek için bavfileh tabiriyle bu insanları damgalandıklarını gördük. Soykırım sonrasında hayatta kalanların acıları, trajedileri bir yana maruz kaldıkları ayrımcılık bitmemiş maalesef günümüze kadar devam ediyor.
ÇANAKKALE ÜZERİNDEN ULUSAL BİLİNÇ YARATAMA TUTUMU VAR’
Tarihçi Yazar Namık Kemal Dinç’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın soykırımın 100. yılında Çanakkale çıkışını “Çanakkale üzerinden bir ulusal ruh, bilinç yaratma gibi tutumları var” sözleriyle değerlendirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Ermeni Soykırımının 100. yılında 24 Nisan’a Çanakkale anmasını alarak, dünya devlet başkanlarını Çanakkale’ye davet etti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye devleti 100 yıldır 1915 ile ilgili inkarcı bir tutum içerisinde. Klasik devlet söylemi sözde soykırım yalanı üzerine kurulmuş, aslında inkarın en somut ifadesi bu olmakta. Bu perspektifin devam ettiğini görüyoruz. Önceki yıl Erdoğan bir taziye mesajı yayımlamıştı. Birçok insanda umut yarattı. Acaba devlet politikası değişiyor mu diye. O zamanda inceltilmiş bir şekilde inkarın sürdürüleceğine dair bir değerlendirme yapmıştık. Benzer bir yaklaşım içerisinde olduklarını söylüyorum. Hatta biraz daha ileri gidiyorlar. İnceltmenin ötesinde bir çarpıtma politikasını güttüklerini görüyoruz. Çanakkale anmalarını 24 Nisan’a almak, hem gerçeği çarpıtmak hem de Soykırımın 100. yıl etkinliklerini gölgede bırakmak istemek anlamına geliyor. Çanakkale üzerinden bir ulusal ruh, bilinç yaratma gibi tutumları var. Çanakkale’nin de bu manada aslında çarpıtıldığını görmekteyiz. Bunların hiçbirisi Türkiye’nin sorunlarının çözümüne katkısı olmaz.
Ülkenin doğusunda Ermeni soykırımını kabul eden ve tartışan bir durum var iken, batı yakasında daha çok devletin resmi tarih yaklaşımının kuvvetli izleri olduğunu görüyoruz. Bu durum hakkında neler söylemek istersiniz?
Türkiye’de resmi tarih anlatısının ülkenin batısında çok güçlü tesir yarattığını söylemek mümkün. Resmi tarih her zaman hafızayı bastırma ve etki altına almak üzere kurgulanmıştır. Türkiye’nin batısında halkın hafızasında 1915’e dair ne var ne yok bilmiyoruz. Bu konuda araştırma yapılmadığı için kesin ve net cümleler kullanmakta zorlanıyoruz. Dolayısıyla bunun üzerinden 1915’in ülkenin batısında hatırlanmadığı yorumunu yapıyoruz ki, eğer bu yorumun doğru olduğuna inanıyorsak bunun üzerinden şöyle bir değerlendirme yapak mümkün: Türkiye’de Ermeni karşıtlığı aslında Türk kimliğinin oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Türk ulusal kimliğinin şekillenmesi ile Ermeni karşıtlığı arasında doğrudan bir ilişkisellik ve paralellik var. Buradan hareketle kendi ulusal varlığını, Ermeni karşıtlığı üzerine kurduğu için bilinçli olarak 1915’i hatırlamamakta, unutmayı tercih etmekte ve devletin bu manada ürettiği söylemi benimsemektedir. Böyle bir bağlantı kurmak mümkün.
Soykırıma dair nasıl bir tutum alınmalı sizce?
Bir halk bin yıllardır yaşadığı topraklarda 1915’te önemli ölçüde yok edilmiş. Dolayısıyla bu gerçeği kabul ederek, inkardan vazgeçerek, akabinde samimiyetle yüzleşme nasıl oluru başka bir aşamaya geçerek konuşmak gerekir. Yani bunun nasılını, niçinini biraz daha toplum olarak da tartışmak gerekir. Bu manada devlete de baskı yapmak gerekir. Kürtlerin bu konudaki öz-eleştirel yaklaşımı Türkiye’de bir başlangıç için vesile olabilir. Farklı platformlar oluşturup, tartışılabileceği, çözüm arayabileceği bir zemin yaratmak gerekir diye düşünüyorum.