06 Nisan 2015 01:01

Rejim kaygısı HDP’ye kazandıracak

'Kaos, provokasyon kimin işine yarıyor? AKP oy kaybını korku stratejisini sertleştirerek önleyebilir mi? Seçim kampanyaları, partilerin başarısında ne kadar etkili? Kamuoyu yoklamaları, seçmen tercihini değiştirebilir mi? Halk, seçim beyannamelerini mi, vaatlere mi dikkate alır?' Yanıtlar için Necati Özkan'la konuştuk. (Fotoğraflar: Erdost Yıldırım)

Paylaş

Serpil İLGÜN

Türkiye’nin kritik seçimine iki ay kaldı. Aday listelerinin yarın Yüksek Seçim Kurulu’na bildirilmesiyle, seçim sürecinin propaganda aşaması başlamış olacak. Ancak arka arkaya yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin bu en kritik seçiminin festival havasında geçmeyeceği yönündeki işaretleri kuvvetlendirmiş oldu.

Kaos, provokasyon kimin işine yarıyor? AKP oy kaybını korku stratejisini sertleştirerek önleyebilir mi? Seçim kampanyaları, partilerin başarısında ne kadar etkili? Kamuoyu yoklamaları, seçmen tercihini değiştirebilir mi? Halk, seçim beyannamelerini mi, vaatlere mi dikkate alır?

Yanıtlar için, siyasi iletişim alanının önemli isimlerinden biriyle, Necati Özkan’la konuştuk. 1983’ten bu yana liderlere, adaylara ve siyasi partilere iletişim danışmanlığı yapan, kampanyalar yöneten, aynı zamanda Avrupa Siyasi Danışmanlar Derneği Başkanlığı görevini de yürüten, Radikal yazarı Necati Özkan’ın MediaCat yayınlarından çıkan “Seçim Kazandıran Kampanyalar”, “Seçim Zamanı” ve “Obama’nın Liderlik Sırları” kitapları bulunuyor

Elektrik kesintisi, savcının öldürülmesi ve Emniyet Müdürlüğü’ne saldırı tartışmalarının bir ayağını da, “olayların seçimi nasıl etkileyeceği” sorusu oluşturuyor. Siz nasıl değerlendirirsiniz? 
Bir süredir siyasette, toplumda, ekonomide, her tarafta çok yüksek bir gerilim oluştu. Bu gerilimin sonuçlarını izliyoruz biraz. Muhtemelen iktidar ve iktidara bağlı çeşitli güçler, bu seçimlerde başlangıçta planladıkları sonuca kolay kolay erişemeyecekleri noktasına geliyorlar. Bu nedenle de bazı şeyleri tetikleyebilecek birtakım hamleler yapıyorlar. 

O halde, olayların arkasında zayıflayan, düşüşe geçen AKP olduğu analizine katılıyorsunuz?
Burada tam olarak “evet, bunu iktidar partisi bilerek ve isteyerek yapıyor” diyemeyiz ama sonuçlarından en fazla iktidar partisinin fayda gördüğü aşikar. Bu işlerde doğrudan herhangi bir kimseyi suçlamak çok mümkün değil. Ama gerilmiş ortamı kendi lehlerine kullanabilecek şekilde tetikleme becerisine sahip bazı siyasiler. Görünen o ki bunlar sıradan ve tesadüfü olaylar değil; bir şekilde organize ve birbirini tetikleyen bir dizi etkinlik. Muhtemelen bunların devamı da gelecek. Seçime kadar devam eder mi, devam ederse seçim sandıklarına kim sahip çıkabilir, seçim güvenliği mümkün olabilir mi, bunu kestirmek çok zor. 
Siyasiler iktidarda kalabilmek için pek çok şeyi kullanabilir. Buna kaos da dahil. Ya da çok tehlikeli toplumsal olayları tetikleyebilecek bazı fiillerde bulunmak veya bazı sözler sarf etmek de buna dahil. Siyasi partiler ya da çeşitli seçim kampanyaları umut üzerine kurulabileceği gibi, korku üzerine de kurulabilir. Bunun dünyada da çokça örneği var. 

Bizde daha çok korku üzerine mi kuruluyor?
Bizde özellikle de 17-25 Aralık’tan sonra iktidar partisinin kampanyası korku üzerine kuruldu. O tarihten beri bir savaş stratejisi uygulanıyor aslında. Gerçekte kim olduğunu bilmediğimiz karanlık güçler Türkiye’ye saldırıyorlar ve bu güçlerin saldırmasının temel nedeni istikrarın bozulması, yükselen Türkiye’nin önünün kesilmesi. 17-25 Aralık’ı tartışmaya bile girmeden, “Ey vatandaş savaş altındayız, buna göre oy kullanın” deniyor. Hatırlarsanız, bayrak filmi aslında tümden bunu anlatır. Gizli karanlık bir el, bayrağı aşağıya çeker. Onun üzerine her yaştan, her cinsiyetten, her kökenden vatandaşlar Türkiye’nin her yerinden koşarlar, el birliği ile bayrağı yeniden göndere çekerler. Arkasından gelen dombra şarkısı, arkasından cumhurbaşkanlığı fors filmi. Bunların tamamı aynı stratejik iradenin ortaya çıkardığı reklam ya da siyasi iletişim ürünleridir. Doğrusu bunlar çalışmıştır da. Dolayısıyla en güçlü iki duygudan biri olan korku, maalesef bizde bir dönemdir bir hayli etkili bir seçim kampanyası yolu oldu. 

Bu stratejinin AKP’ye oy vermekten vazgeçen ya da kararsız kalan seçmenleri hedeflediğine ilişkin değerlendirmeler var. Katılır mısınız?
Hayır, sadece kararsızları etkilemek için kullanıldığını düşünmek çok anlamlı değil. AKP’nin kendi seçmen tabanındaki ayrışmanın durdurulması adına da kullanılan bir yol bu. 2011 genel seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi gelebileceği en yüksek noktaya gelmişti. Yüzde 49.5 gibi bir seçmen desteğine erişmişti. Liderlikten ekonomiye, her türlü aracın kullanılmasına kadar avantajlara sahipti. Şimdi ama yasal olarak bir başka genel başkan var. İkincisi, ekonomi daha iyi değil. Üçüncüsü, özellikle dış ilişkilerde problem var ve toplumsal bir sıkışma var. Bütün bunları üst üste koyduğunuzda AKP’nin 2011’deki orana erişme ihtimali gözükmüyor artık. Hele de HDP’nin barajı geçtiği koşullarda AKP’nin rejimi değiştirmek için gerekli olduğu söylenen oy oranına erişmesi nereden bakarsanız bakın mümkün gözükmüyor. Yanlı yansız bütün araştırma şirketlerinin sonuçlarını toplayın bölün, ortalama olarak AKP’nin yüzde 40-43 arasında bir oy alacağı görünüyor. Dolayısıyla bunları gören bir irade muhtemelen iktidarda kalabilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor olabilir. 

Korkudan ziyade umudun yükseltilmesi daha ‘işe yarar’ değil midir? AKP neden umut yerine korku stratejisini sürdürüyor? 
AKP iktidara geldiğinde ana mücadele alanları olarak ‘3Y’ belirlemişti: Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklara son vermek. Üç alanda da geldikleri noktanın başarısızlık olduğunu net söyleyebiliriz. Türkiye’de yoksulluk derinleşti. Diğer yanda yolsuzluğun tarihin görülmemiş seviyelerine ulaştığı iddia ediliyor, keza yasaklar da neredeyse 12 Eylül rejimi yasaklarının üzerine çıktı. O nedenle geçmişte yaptıkları umut veren kampanyalara devam etmeleri halinde bunun sınırlı bir etkisi olacağını hesapladılar ve umut veren kampanyalarla kendi tabanlardaki kaymanın durdurulamayacağını hesapladılar. 

Dolayısıyla bu seçimde, AKP’nin yine ikili bir stratejiyle seçmen karşısına çıkacağını öngörebiliriz; bir taraftan derin korku ve derin savaş stratejisi, diğer taraftan da ekonomik alanda çeşitli kesimlere dönük açıklamalar. Nitekim son olarak emeklilere 100 lira verileceğinin söylenmesi, bu alanda peş peşe bir sürü umut verebilecek politikanın gelebileceğini bize söylüyor. 

Değindiğiniz üzere, 7 Haziran’ın öne çıkan ilk vaadi, aynı zamanda polemiği emekliler üzerinden geldi. Kılıçdaroğlu’nun emeklilere iki ikramiye sözünü noter onaylı vermesini siyaset iletişimcisi olarak nasıl değerlendirdiniz? 
Noteri bir araç olarak kullanıyorsanız şunu diyorsunuz; “Benim sözlerime inanmıyorsunuz biliyorum ama hiç olmazsa bu belgeye inanın.” Çok dramatik... Türkiye’de, “siyaset iktidara kadar çok şey söyler ama iktidara geldiğinde bu sözleri tutmaz” gibi bir genel kanı vardır. Noter onayı, bu genel kanıya uygun bir çözüm olarak kodlanmış gördüğüm kadarıyla. Ama bu Kılıçdaroğlu’nun o kadar kendi kendine yaptığı bir haksızlık ki.

Neden?
Birincisi, bundan sonra Kılıçdaroğlu’nun noter onayıyla söylemediği sözlere nasıl inanacağız noktasına götürüyor bizi. Vaadin kendisi yeterince güçlüyken, notere tasdik etmek çok sıkıntılı bir durum... İkincisi, Kılıçdaroğlu daha iktidarda hiç bulunmadı ki verdiği sözü tutmamış siyasetçi muamelesi görsün. Bunu yapması gereken 13 yıldır iktidarda olup örneğin 3Y’ye ilişkin hiçbir şey yapmayan partinin bugünkü lideri Davutoğlu olmalıyken, Kemal Bey yapıyor. O anlamıyla sıkıntılı. 

KAMPANYALAR KARARSIZ OLAN YÜZDE 20 İÇİN YAPILIR

Partiler bugünlerde seçim bildirgelerinde son rötuşları yapıyor. Seçmenler beyannamelere ne kadar bakıyor? Seçim kampanyalarında hangisi daha etkili; beyannameler mi, vaatler mi? 
Doğrusu beyannameler seçmenlerin tamamı için hazırlanmaz. Beyannameler bir durum tespiti ve o tespite çareler manzumesidir. Sizin beş yıllık yol haritanızı ortaya koyar. O yol haritası içinden 4-5 tanesini, bazen 2 tanesini, bazen 1 tanesini ön plana çıkararak bir kampanya yaparsınız.  

Türkiye’de seçim kampanyaları son iki aya sıkışıyor. Bu nedenle de sadece yüzde 15’lik, bilemediniz yüzde 20’lik bir seçmeni hedefliyor. Bütün demokrasilerde ve bizim ülkemizde de pek çok araştırma ortaya koymuştur ki, seçmenlerin yüzde 80’i seçimden altı ay önce kararlarını verir. Yani kararsız ya da sandık başına gitmeyeceğini söyleyenlerin oranı yüzde 20 civarındadır

Bu oranın arttığı söyleniyor… 
Bu konuda iki farklı sonuç ortaya koyan araştırmalar var. Bir kısmı yüzde 10’a indiğini söylerken, bir kısmı yüzde 25’lerde olduğunu söylüyor. Ben yüzde 20’lik bir seçmen kitlesinin sandık başına gitmeyecek seçmen olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bu oran da az buz değil, neredeyse bir ana muhalefet oyu kadar bir oydan bahsediyoruz. Seçim kampanyaları bu yüzde yirmiden pay almak adına yapılır. 

Yürütülen kampanyalar seçimlerin sonucunu ne kadar etkiliyor? 
Tümden etkilediğini kolay kolay söyleyemeyiz. Dünyanın çeşitli ülkelerinde normal bir seçim kampanyasının maksimum yüzde 4’lük bir oy kaymasına neden olduğu görülmüştür. Dolayısıyla burada da örneğin bir partinin oyu yüzde 20 ise, bunun yüzde 24’de çıktığını görebiliriz ama kampanyayla yüzde 30’a çıkarma ihtimali yoktur. Çünkü insanlar o partinin, parti liderinin uygulamalarına bakarlar ve kararlarını önceden verirler. O açıdan geriye kalan son küçük bölüm için bu mücadele yapılır. Doğrusu, yapılmak da zorundadır çünkü bazen yüzde 2, hatta yüzde 1 farklarla bile onlarca koltuk bir partiden diğerine geçebilir. 

ARAŞTIRMA ŞİRKETİ DEDİ DİYE BİR PARTİ SEÇİM KAZANMAZ

Araştırma şirketleri bütün seçimlerde tartışma konusu olur ancak bu kez daha erken başladı görünüyor. ‘Araştırma şirketleri algı operasyonu mu yapıyor?’ sorusuna sizin yanıtınız nedir? Kamuoyu yoklamaları, seçmenin tercihini değiştirebilir mi? 
Araştırma şirketlerinin “bu parti kazanacak” demesiyle o parti kazanmaz, böyle bir şey olmamış hiç. Araştırma şirketleri, (eğer o araştırma düzgün, namuslu yapılıyorsa) sadece mevcut zaman diliminde seçmenlerin tercihlerinin ne olabileceğine ilişkin bir fotoğraf ortaya koyar. Ama sırf araştırma şirketi böyle dedi diye seçim kazanan bir aday ya da parti dünya tarihinde yoktur. Sonuçların ancak şöylesi durumlarda etkisi olabilir; diyelim ki yerel seçimdesiniz ve üç önemli aday var, bunlardan biri önde gidiyor. Adayınız bir hayli gerilerde, sizin tam desteklemediğiniz ama kabul edebileceğiniz bir başka aday da desteklenirse önde giden adayı kesme ihtimali var. Bu gibi durumlarda seçmenler stratejik oy kullanır. Aynı durumu biz 2011 genel seçimlerinde gördük. Bir sürü araştırmada MHP’nin barajın altına, yüzde 8-9 oranlarına düştüğü görünüyordu. Bu nedenle hem CHP’den hem de başka siyasi partilerden bazı seçmenler stratejik oy kullandılar. 2015 seçimlerinde bunun geçerli olacağı durum HDP’dir. Seçmenlerin bir bölümü HDP eğer barajı geçmezse, AKP’nin rejimi değiştirebilecek, başkanlık sistemini geçirebilecek bir sandalye sayısına erişme riskini algılıyor. Bu nedenle hem CHP’den, hem de başka siyasi partilerden bir kısım seçmen sırf bu korku nedeniyle HDP’ye oy verebilir. 

Araştırma şirketlerinin ortaya koyduğu veriler ayrıca, parti örgütlerinin mobilizasyonunda ve motivasyonunda muazzam etkilidir. Daha çok kapının çalınmasına, daha çok partilinin sandıklara sahip çıkmasına neden olabilir ve bunlar da az önemsiz değildir. 

HDP için bu dediğinizin tam tersi bir etki yaratabileceği, yani barajı aşmış göstermenin rehavete yol açabileceği uyarıları da yapılıyor?
Bence HDP’nin en önemli şansı yine korku. Ya HDP barajı geçemez ve alması muhtemel 50-60 sandalye AKP’ye geçerse, rejim değişirse? Dolayısıyla ilk korku nedeniyle HDP’ye evet! Ama ikinci korku da “Ya HDP Erdoğan’la anlaştıysa veya sonradan anlaşırsa?” İkinci korkudan da HDP’ye hayır! Bu nedenle iki hafta önce Selahattin Demirtaş çıktı ve son derece basit ve etkili bir şekilde tek bir cümleyle Erdoğan’ı başkan yapmayacaklarını söyledi. Bu yoldan devam edilmesi lazım, aksi takdirde ikinci korku etkili olabilir. 

‘Korku’ dediniz ama HDP aynı zamanda umudu, yeni olanı temsil etmiyor mu?
Gayet tabii ama HDP barajı geçerse “Türkiye’yi çok iyi yönetirler, hayatımızı muazzam iyileştirirler”den geçmeyecek. Daha çok “Aman sistemin değişmesini, ülkenin bir kaosa sürüklenmesini engellesinler” diye bakabileceğimiz bir umuttan bahsedebiliriz. 

Dolayısıyla 7 Haziran’da ‘oylar bölünmesin, tatava yap bas geç’ propagandası yapıl(a)mayacak? 
Doğru. Bu gibi kampanyaların çalışma imkanı kalmadı. Burada ironik olan şey şu; CHP ve MHP’nin iktidar olma yolu da HDP’nin barajı aşmasından geçiyor. Yani HDP’nin barajı aşmaması halinde AKP’nin yeniden ve tek başına iktidar olacağı bütün araştırmalarda ortaya çıkıyor. Öylesine ironik bir durum ki, siz diğer rakip partiye yardım etmek durumundasınız ki bir şekilde iktidar ortağı olabilesiniz.

SEÇMENLER REJİM İÇİN SANDIK BAŞINA GİDECEK

7 Haziran’da asıl olarak sistem değişikliğinin oylanacağı; ekonomi, sosyal politikalar gibi faktörlerin tali planda kalacağı değerlendirmelerine katılıyor musunuz? 
Bu seçimler muhtemelen bizim 1946 seçimlerinden bu yana gördüğümüz, göreceğimiz en kritik seçimlerden biri olacak. Çünkü bugüne kadar genellikle hangi heyetin ülkeyi yöneteceğine ilişkin bir karar veriyordu seçmenler. Ama bu kez hangi sistemin ya da rejimin bundan sonra bu ülkeyi yöneteceğine ilişkin bir karar verecekler. 

Ekonomi çok önemli bir etkendir, etkisi azalmayacaktır ama bu seçimde seçmenlerin ağırlıklı bölümü, gündelik çıkarları için değil, rejim için sandık başına gidecek. Özellikle AKP’nin karşısında konumlanan seçmenlerin hemen tamamı rejim için sandık başına gidecek. Ekonomi ve diğer konular ikinci planda olacak gibi görünüyor.

DÜŞMAN CEPHESİNE ALEVİLER DE DÂHİL EDİLDİ

Saldırılarla ilgili AKP cephesinden gelen ‘radikal Aleviler’ vurgusunu nasıl okuyorsunuz? Bu vurgu aynı zamanda AKP’nin Alevilerden oy alma beklentisinin/ hedefinin olmadığını mı gösteriyor? 
Eğer savaş stratejisi izliyorsanız ve korkuyu kullanıyorsanız mutlaka düşmana ihtiyacınız var. AKP’nin bütün seçim kampanyalarına baktığımız zaman hemen her seçimde bir düşman yarattığını ve kampanyasını onun üzerine yoğunlaştırdığını görürsünüz. Örneğin yerel seçimlerde paraleller düşmandı, ya da 2007’de cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olmasına izin vermeyen laikçiler ya da Kemalistler düşmandı vs. Bu sefer de görünen o ki “paralel yapı” ile ilgili savaşta gelinen nokta kimseyi ikna etmiyor ya da kısa vadede sonuç alınabilecek bir şey gözükmüyor. Dolayısıyla düşman parantezini genişletmiş oluyor. Bu düşmanlardan biri de toplumun ve rejimin sigortası olan Aleviler olacak gibi gözüküyor. 

AKP, Alevi çalıştayları, açılımları yaptı biliyorsunuz. Bence elde ettikleri sonucun ihmal edilebilir bir sonuç olduğunu gördüler. O nedenle muhtemelen, Alevilerden gelecek oydan vazgeçip, var olan çekirdek seçmenleri ve onun etrafındaki diğer seçmenlerdeki erimeyi durdurabilecek bir konsolidasyon stratejisi uyguluyorlar. 

ÖNCE KAVGA YATIŞSIN, ÇOCUĞUMUN KULAĞINI SONRA ÇEKERİM!

Etyen Mahçupyan, ‘Halk darbeye karşı yolsuzluğu tercih ediyor’ dedi. Yolsuzluğa rağmen son seçimlerde AKP’nin önemli bir kayba uğramamasını başkaca hükümet yanlısı yazar ve yorumcular da böyle analiz ediyor. Ne dersiniz?
Evet, yolsuzluğa rağmen neden AKP’ye oy vermeye devam ediyorlar? Çocuğunuzun karıştığı bir kavgayı düşünelim. Çocuğunuzun da kabahatli olduğunu bildiğiniz halde ceza vermezsiniz, tersine o kavgada çocuğunuzu korursunuz. Olaylar yatışana kadar çocuğunuzu saklarsınız, her şey sükûnete erdikten sonra çocuğunuzdan hesap sorarsınız. Seçmenin davranışı da böyle... Seçmen, AKP’nin lider kadrosunun çeşitli yolsuzluklara bulaştığını net olarak görüyor. Ama diyor ki, “Türkiye şu anda bir savaşta ve bu savaş bildiğimiz ve bilmediğimiz iç ve dış düşmanlara karşı yürüyen bir savaş.” Çünkü muazzam bir medya gücüyle seçmen beyni iğfal ediliyor. Seçmen beyninin iğfal edilmesinde gazetecilerden aydınlara kadar AKP seçim kampanyası makinesi içinde görev üstlenen çeşitli entelektüeller ya da entelektüel görünümlü propagandistler var. Ve bu insanlar seçmene, hepimize Türkiye’nin bir savaş altında olduğunu anlatıyorlar. Bu yüzden de seçmen diyor ki, “Aman dur hele, bu iş bir bitsin, kulağını sonra çekerim. Ama şimdi çocuğumun safında yer alayım.” O nedenle kirli olduğunu bile bile oy vermeye devam ediyor. 

Ben gidersem darbe olur’, ‘ben gidersem çözüm süreci biter’, ‘ben gidersem başörtüsü özgürlüğü ortadan kalkar’ gibi söylemler de ‘savaş altındayız’ propagandasına dâhil mi? 
Gayet tabii. Bunda kaos ya da istikrarın bozulmasından sadece bir vatandaş olarak rahatsız olma durumu yok. Aynı zamanda kişisel rahatsızlık da söz konusu...

Kişisel rahatsızlık derken?
Ekonomik olarak kendisine dokunacak bir şey var. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın dağıttığı yıllık sosyal yardım 13 milyar dolar civarında... 

Hane halkına yapılan yardımlar ile sosyal amaçlı transfer kalemlerindeki oranlar, geçen yılın ilk iki ayına göre iki kat arttığı söyleniyor…
Evet. Bu para Türkiye’deki en alttaki kesimlere dağıtılıyor. Yoksullara, özürlülere, yaşlılara vs. Sadece ve sadece böyle bir yardımla hayatınızı idame ediyor olsanız, siz de istikrarın bozulmasından ve AKP’nin yerine başka bir iktidarın gelmesinden korkarsınız. Dolayısıyla sadece savaş politikası ya da genel olarak korku stratejisi insanları konsolide etmekle kalmıyor, aynı zamanda da insanlara “bu sistem bozulursa sen de bundan doğrudan rahatsız olursun” mesajları iletiliyor. 

Şunu da vurgulamak isterim; AKP Türkiye’deki diğer bütün siyasi partilerle kıyaslandığı zaman en organize, toplumun kılcal damarlarına kadar girebilmiş bir parti. Cemaatler, hatta Diyanet’e bağlı teşkilatlar vasıtasıyla yürütülen muazzam bir politika var ve bu politika, o muazzam mesaj bombardımanı seçmenin kulağına, bizim zannettiğimizden daha yüksek frekansta, bizim zannettiğimizden çok daha etkili bir şekilde başka şeyler fısıldıyor ve bunların hepsi çalışıyor. 

Ulusalcıların ‘bir torba kömüre, bir paket makarnaya oylarını sattılar’ gibi küçültücü söylemlerinin, yoksul nüfusu AKP’ye daha da ittiği yönünde değerlendirmeler yapılmıştı. Yoksullar üzerindeki AKP etkisi nasıl kırılır peki? Nasıl bir dil geliştirilmeli? 
Sosyal yardıma muhtaç insanların varlığı aslında özel olarak AKP’nin ama genel olarak sağ partilerin uyguladığı politikaların bir sonucudur zaten. O politikalar sayesinde vatandaşlar bu duruma düşürülür. Ama bunu bilmezler. Bunu bilmiyor olmaları onların kusuru değil. “Oyunu kömüre, makarnaya sattı” şeklindeki argümanlar sadece küçültücü değildir, aynı zamanda görevini yapmayan siyasi partilerin kendilerini rahatlatma yoludur. Siz seçmenin rakibinize oy vermesine kızacağınıza, niye ondan oy almayı beceremediniz ona bakmanız lazım. Seçmen elbette ki bir siyasi partiden ekonomik bir fayda bekler. Onu nasıl sağlayacağı ile ilgilenmez. Buradaki söylemlerin değişmesi ve özellikle soldaki siyasi partilerin hem örgütlenmeye, hem mesajlarını dağıtmaya, hem de insanları ikna etmeye en alttaki seçmenlerden başlaması şart. 

SEÇMEN PROGRAMA DEĞİL, LİDERE OY VERİR

Seçim kampanyalarının başarısını hangi faktörler belirler? 
Bir seçim kampanyasının birkaç önemli aksı var. Strateji, pozisyonlama ve tabii lider. Lider kadar bir seçim kampanyasının sonuçlarını belirleyecek başka hiçbir etken yoktur. Çünkü seçmen programa, ideolojiye oy vermez, seçmen lidere oy verir. O liderin hemen arkasından politikalar (politikaların başında da ekonomi gelir) ve parti teşkilatı gelir.

Yani adaylar? 
Evet, sizin kimlerden oluştuğunuz, nasıl bir profille seçmen karşısına çıktığınız önemlidir. Bu açıdan CHP’nin yıllardan sonra ilk kez ağırlıklı oranda ön seçimin belirlediği adaylarla seçmenin karşısına çıkmasının pozitif bir etkisi olabilir. 

Liderlik demişken, sizce Davutoğlu seçmenin zihninde lider olarak algılanıyor mu?
Davutoğlu’nun bir önceki lider profilinde bir performans sergilediğini söylemek mümkün değil. En azından şimdilik. Dolayısıyla Davutoğlu’nun hem söylemleriyle, hem iradesiyle Erdoğan’la kıyaslandığı zaman dezavantajları var. Bu da ister istemez seçmene yansıyor. Dahası, belki liderlik performansı ortaya koyabilirdi ama o performansa ilişkin her şey Erdoğan tarafından tahrip ediliyor. Bağımsızlaştırmaya çalıştığı her politikada Erdoğan’ın müdahalelerini hep gördük. Dört bakanın yargılanması, MİT müsteşarının aday olması, çözüm sürecindeki izleme kurulu vs. nereye bakarsanız bakın, başarısını istemiyormuş okumaları da yapabileceğiniz müdahaleler silsilesi, Davutoğolu’nun liderlik profilini yok ediyor. Dolayısıyla AKP buradan da oy kaybedecek görünüyor. Bir parti kaç kişiden oluşursa oluşsun sonuçta bir lider vardır ve o liderdir aslında bütün her şeyi taşıyan. Seçimi kazanan da, kaybeden de liderdir. 

Bunun bir tezahürünü de Demirtaş’ta görüyoruz…
Gayet tabii. Bugün Abdullah Öcalan çıksın, HDP’nin başına geçsin, alabileceği maksimum oy yüzde 4.5’tur; 5’i bulmaz. Ama Selahattin Demirtaş, kişisel özellikleriyle, samimiyetiyle, donanımıyla, hazır cevaplığı ve mizahi tarafıyla başka bir yere getiriyor. Ve bir etnisite partisi olmaktan çıkarıp Türkiye partisi haline getiriyor. Aynı şekilde yoluna devam ederse kazanmaya ve partisini büyütmeye devam edecek. 

 

ÖNCEKİ HABER

Soykırım toplumsal hafızalarda

SONRAKİ HABER

Dersimspor, 21 yıl sonra 3. Lig'e çıktı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa