Temsiliyetsiz bir siyaset mümkün mü?
Partilerin aday listelerini açıklamalarıyla artık seçim sürecine resmen girmiş bulunuyoruz. Türkiye’nin son seçimleri öyle bir atmosferde geçiyor ki, partilerin programları, gelecek perspektifleri ve benzeri şeyler çok konuşulamıyor.
Cemil AKSU
Partilerin aday listelerini açıklamalarıyla artık seçim sürecine resmen girmiş bulunuyoruz. Türkiye’nin son seçimleri öyle bir atmosferde geçiyor ki, partilerin programları, gelecek perspektifleri ve benzeri şeyler çok konuşulamıyor. Hâlbuki eskiden seçimler en çok bu işe yarardı. 13 yıllık AKP iktidarının yarattığı karabasan ve gerilimler, bir tarafta rövanş alınmasından korkan ve bu nedenle her şeyi sineye çeken bir yüzde elli, diğer tarafta ise “AKP gitsin de nasıl giderse gitsin” diyen bir kitle yarattı. Her iki tarafta da “Ya bu partinin programında ne yazıyor, ne vaat ediyor” tartışması yapmak tali bir gündem halini almış durumda. Hak yememek için bu durumun tek istisnasının HDP olduğunu söylemeliyiz. Fakat sadece HDP değil, bir grup ekolojist de seçim atmosferinin gerilimleri arasında “Ekoloji ve Kent Mücadeleleri için Program Tartışmasına Çağrı” metni yayınladı.
Şöyle bir geçmişe bakıldığında, AKP iktidarına karşı en güçlü toplumsal muhalefet hareketlerinin başında çevre ve ekoloji hareketlerinin geldiğini teslim edebiliriz. En başta, AKP’nin ve genel olarak liberal hükümetlerin (ANAP’tan beri) “arka bahçesi” olan Karadeniz’de hidroelektrik santrallerine karşı, termik ve nükleer santrallerine, siyanürlü madencilik faaliyetlerine, kentsel dönüşüm adı altında kentlerdeki yeşil alanların ve emekçi semtlerinin “parsel parsel satılması”na karşı yurdun dört bir yanında çok önemli direnişler ve eylemler gerçekleştirildi. Gezi ve Haziran günleri bütün bu direnişlerin isyana dönüştüğü an oldu.
Bununla beraber, bütün bir direnişler, hareketler henüz ekolojik bir program oluşturamadıkları gibi bu hareketlerle yakın mesai arkadaşlığı yapan sol ve sosyalist hareketler de programlarını ekoloji süzgecinden geçirmiş değiller. İşte tam da bu nedenle Ekoloji Kolektifi’nin tartışmaya açtığı “Ekoloji ve Kent Mücadeleleri için Program” metni hem bu çevre ve ekoloji hareketlerinin hem de sol ve sosyalist hareketlerin “Nasıl bir dünya/ülke ve yaşam” ve nasıl bir politika yapış tarzı istediklerini belirginleştirmek açısından önemli bir olanak yaratıyor. Hele ki “ekolojik yaşam” şiarını en çok öne çıkaran HDP ve bileşenleri açısından çok daha önemli.
Tartışma metninin dokuz maddesi üzerinde de, dünyadaki tartışmaları da ıskalamadan, etraflıca tartışmalarının yapılması gerekiyor hiç kuşkusuz. Ben de, bu kısa yazıda, metnin eksik bıraktığı daha doğrusu değinilen ama bir 11. madde olarak yeniden ve başlı başına yazılması gereken “temsiliyet/vekalet sorunu ve temsili demokrasinin aşılması” noktasında hem çevre ve ekoloji hareketlerin pratik katkıları hem de tahayyüllerini tartışmak istiyorum.
Çevre ve ekoloji hareketlerinin en belirgin özelliklerinin doğrudan eylemler üzerinden bir aidiyet oluşturdukları, yani eski aidiyetleri eylem ya da birlik için bir şart olarak öne sürmemeleri; hiyerarşik temsil sistemleri kurmayı tercih etmemeleri; sorunlar ve talepler arasında bir hiyerarşi tesis etmemeleri, bu eksende sosyal medyayı etkin kullanmaları ve yerellik odağını etkinleştirebilme potansiyeli olduğu söylenebilir. Gerçektende bu hareketlerin en cezp edici yönlerinin doğrudan olmaları, temsiliyetsiz olarak özne olmalarıdır. Bu hareketleri veya harekete katılanları hiçbir “sözcü”, “temsilci” temsil edemez.
Çevre ve ekoloji hareketlerinin bu özellikleri, “temsili demokrasinin krizi” tartışması açısından bir anlam ifade ediyorlar mı? Kuşkusuz burada “temsili demokrasinin krizi” denilen şeyin egemenler ve ezilenler açısından farklı anlamlar taşıdığını unutmamalı. Egemenler açısından bu “Yönetme krizi”dir ve buna karşı ürettikleri formülde “yönetişim” yani bürokrasi ile burjuvazinin maaşlı uzmanlarının beraber yönetimidir. Ezilenler açısından ise, hiç kimseye vekâlet vermemek istemesi, teknolojik ilerlemeler, bilgiye erişim olanakları, eğitim durumları vb. açısından oluşan fırsatları kullanarak kamusal yaşama doğrudan katılma, söz ve karar yetkisine sahip olmayı ifade etmektedir.
Bu noktada, çevre ve ekoloji hareketlerinin temsili siyasete getirdikleri eleştiriden sol ve sosyalist hareketlerin muaf olmadığını belirtmek gerekir. Birincisi, bu partilerin de biçimsel olarak liberal parti modeline göre yapılanmış olmalarıdır. Yasal ve polisiye tedbirlerle her türlü engellemeye maruz kalan bu partilerin herhangi bir liberal partiden daha demokratik bir işleyişe sahip oldukları muhakkak. Fakat mevcut parti modeline dayalı örgütlenmelerin “kitle”, “halk” ya da “sınıf”ın bizzat kendisinin özneleşmesini sağlamak yerine “temsilci”yi, vekalet verileni vekalet veren üzerinde vekil yapan paradigmayı yeniden ürettiğini belirtmek gerekiyor. Temsil/vekalet sisteminin girdiği çevre ve ekoloji hareketlerinde de aynı tür “yabancılaşma”nın yaşandığı deneyimle sabittir.
Son yıllarda HDP ve sonrasında Gezi ile birlikte “meclis” ve “meclislere dayalı bir hareket” vurgusu hemen hemen bütün sol ve sosyalist hareketlerde de, ekoloji hareketinde de egemen olmuş durumda. Bununla beraber, meclis örgütlenmesinin temsiliyet paradigmasından bir kopuşu sağlayıp sağlamayacağı konusunda hem fikri hem de pratik birikime sahip değiliz. Örneğin, merkezsiz bir meclisler ağı kurulabilir mi? Genel olarak iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler temsiliyetsiz bir siyaset açısından ne tür olanaklar yaratıyor? Gittikçe kullanıcı sayısı artan sosyal medya bu açıdan teoriye dâhil edilemez mi? Şimdiye kadar parklarda ya da kapalı alanlarda yapılan forumlar, kongreler, konferanslar sosyal medya ortamlarında yapılabilir mi?
Podemos’un sosyal medya ve mail ağı üzerinden 200 bin kişinin katılımıyla bir konferans gerçekleştirdiğini biliyoruz. Dolayısıyla bugün sadece –şanlı Komün’den miras kalan- “temsilciyi geri çekme” ilkesini siyasete dâhil etmeyi değil, bizzat “temsilci”yi ilga edecek yöntemleri konuşmak, aramak ve keşfetmek durumundayız.