Herkes kekliğe düşman, keklik kendine…
Anadolu’da nice efsaneler anlatılır köy meclislerinde, nice deyişler söylenir ozanların dergahında. Aynı şekilde Mezopotamya toprağında da mistisizm kokan efsaneler ve ağıtlar söylenir. Bu da yetmez, her coğrafya kendi hikayesine bir şeyleri ortak eder.

İbrahim GENÇ
Anadolu’da nice efsaneler anlatılır köy meclislerinde, nice deyişler söylenir ozanların dergahında. Aynı şekilde Mezopotamya toprağında da mistisizm kokan efsaneler ve ağıtlar söylenir. Bu da yetmez, her coğrafya kendi hikayesine bir şeyleri ortak eder. Çünkü sayfalarca sözcükle anlatılamayan şeyler, tecrübeyle sınanmış çeşitli metaforlarla ifade edilir. Bu konuda coğrafyamız, çok zengin bir sözlü kültüre sahiptir. Yaşar Kemal’in “Üç Anadolu Efsanesi” kitabında anlattığı Alageyik efsanesi de tam insanımızın doğayla bütünleşmişliğini anlatır. Efsanede olay Gavurdağ denen yerde geçer ve Halil, geyik avı için dağlardan gelmez. Annesi “Gel yavru, gel gitme! İflah olamazsın.” dese de Halil “Yoluma geçme ana” deyip kimseyi dinlemez ve her şeyden çok sever geyik avını.
Anadolu’da efsanede geyik varken Kürdistan’da ise kınalı keklik vardır. Birçok şiir, efsane ve halk hikayesinde kınalı kekliklerden bahsedilir. Kürtler de “Kewegozel” derler ve klasik Kürt eserlerinde halkla özdeşleştirirler kekliği. Ben de burada kekliklere hayranlık derecesiyle bağlı insanların varlığını epeydir işitiyordum. Öyle ki keklik seslerinin geldiğini duydukları her yere büyük fedakarlıklarla gittikleri anlatılıyordu. Keklik avcılarından kimileri öyle aşırı bağlıdır ki hastanede hasta eşini bırakıp ava gitmiştir. Alageyik efsanesinde de Halil, nişanlısını bırakıp geyiğin peşinden gitmemiş miydi! Ben de bir günümü keklik avcılarına ayırıp onların dünyalarına girmeye çalıştım. Çeşitli aracılarla ulaştığım Mehmet, orta yaşlarda esmer ve kısa boylu biriydi. İlk tanışmamızda büyük bir gururla otuz yıldır kınalı kekliklerle uğraştığını anlatıyordu. O anlatırken aklımda tek bir şey geçiyordu: Keklikler mi tutsak yoksa bunlar mı tutsak kekliğe? Bunu gözlemleyip çıkarsamayı okura bırakacağız.
KEKLİĞE BAĞIMLI YAŞAMLAR
Akşama doğru arabayla Urfa’nın köylerine doğru yola çıktık. Bol yağmur yiyen ekinlerden geriye uzayıp giden tarlalarda yemyeşil bir hava... Yolculuğumuz sırasında Mehmet’e “Neden bu işi yapıyorsunuz?” diye sorduğumda “Bu bir hastalık” deyip “Keklik bizim için muhabbettir, dostlarla bağlılığımızın mührüdür” şeklinde de ekliyordu. Bu söylenenleri, birçok köyden geçip de çok uzak bir köye ulaşıp diğer avcılarla buluşunca anladım. Yeni sulanmış kırmızı toprağın üstüne serilmiş kilimler üzerinde bağdaş kurup tütün tabakalarından üst üste kaçak sigaralar yakıyorlardı. İkisi gittiğimiz köyden olmak üzere toplam beş kişiydiler. İlkin herkes sahip olduğu kekliği heyecanla anlatıp kekliğinin avdaki maharetlerinden bahsetti. Geçmiş zamanlarda keklikler için Irak’a da giden olmuş ya da bir gece kalkıp Malatya’ya ava giden. Sonra Kilis taraflarında yaptırılan özel kafesler getirildi. Adına “dehf” dedikleri çok ince bir ustalık gerektiren tuzaklar gösterildi. Bundan sonrası için kekliklerin nerede bulunabileceği, seslerinin daha önce nerede işitildiği konuşuldu.
Avcılardan Şevket, “Bak bunları yaz. Biz sadece keklikleri sevdiğimiz için 1-2 tane yakalıyoruz. Onları aç ve susuz da bırakmıyoruz. Ama kafes avcılığı yasak diyorlar. Silahla vurduğunda ise serbest” diyerek yakınıyordu. Gerçekten de 4915 sayılı Kara Avcılığı kanununa göre kafes avcılığı yasaklanmıştı. Öyle ki yakın zamanda yapılan operasyonlarda birçok kişiye yüklü para cezaları verilmişti. Bundan dolayı şikayetlerini sürekli dile getiren avcılar, ısrarla fazla keklik yakalamadıklarını ve sadece hobi, stres amaçlı bu işi yaptıklarını dile getiriyorlardı. Ve nihayet güneş battıktan sonra iki gruba ayrılan avcılarla tekrar yola çıktık. Ben Mehmet ve Şevket’in grubuna katıldım. Arabaların gidebileceği en sarp yerlere kadar kıraç arazide ilerledik. Belli bir yerden sonra el fenerleriyle tuzaklamanın yapılacağı yere ulaştık. Avcılar, daha önce nerede avın yapıldığını taşlarla yapılan işaretlerden biliyorlardı. Bizim ulaştığımız yerde de “koz” dedikleri taşlarla etrafı çevrilmiş yerler vardı.
‘KEKLİĞİN DE KÜRT’Ü TÜRK’Ü, LAZ’I VAR’
Şevket bizden uzak bir yere geçerken Mehmet’le baş başa kaldık. Bulunduğumuz yerde kekliğin kafesiyle konulacağı küçük bir “koz”, yirmi metre ötesinde ise avcının bekleyeceği büyük bir “koz” vardı. Mehmet ağabey önce kafesle birlikte kekliği koz denen yere koydu. Sonra da etrafını getirdiği tuzakla çevirmeye başladı. Tuzaklamayı yaparken bir taraftan da anlatıyordu: “Kekliğimiz okumaya (ötmek anlamında kullanılıyor) başladığında sesini duyan keklikler gelecek. Gelen keklik aslında kavgaya geliyor. Çünkü kendi bölgesinde bir yabancı istemiyor. Tabii benim kekliğimle kavga ettiği sırada ayakları bu iplere dolanıp tuzağa düşer.” Tuzaklama bittikten sonra taşların üzerine oturup bekliyoruz. Çünkü Şevket de tuzaklamayı yaptıktan sonra haber verecek ve “koz”larda aynı anda bekleme başlayacaktı. Bu bekleyiş sırasında Mehmet “Her zaman keklik avlayamıyoruz. Hatta aylar sonra bazen sadece bir tane avlıyoruz. Amacımız sadece bu doğada stres atmak. Bazen gelen de tuzağa düşmez. Mesela kuş kaçıran bir keklik vardı. Tuzağa basmadan kafesin üzerine gelip kekliğimle dövüştü. Hatta onu tutup havaya kaldırıyordu. Ta ki dengesini kaybedip tuzağın üzerine düşünce onu yakalayabildim” diyordu.
Keklik kuşlarının çiftleşme dönemleri aralık-ocak dönemine rastlıyor. Avcılar da av için en ideal dönemin, kekliklerin yumurtlama dönemi olan şubat-mart-nisan olduğunu belirtiyorlar. Neden bu aylar diye sorduğumuzda en iyi kekliklerin bu dönemde boy gösterdiklerini, başka dönemlerde küçük ve hatta yavru kekliklerin geldiklerini söylüyorlardı. Mehmet, keklik avının helal olduğunu anlatmak için çeşitli imamların deyişlerine de başvuruyordu. Bu dönemde “mari” dedikleri dişi keklikleri avlamadıklarını, avlasalar bile serbest bıraktıklarını belirten Mehmet “Keklikler farklı şekillerde bağırırlar. Bazısı Tatardır, bazısı Quva, bazısı da Laz. Biz buradayken ileride bağıranın dişi mi erkek mi olduğunu sesinden tanırız. Üç tür erkek var. Ötmeleri farklıdır. Bunların da Tatarı, Kürdü, Lazı, Arabı var” diyordu. Avcılar bu türlerin nasıl ses çıkardıklarını da uygulamalı olarak gösterebiliyorlardı. “Peki siz keklikleri eti için hiç kesiyor musunuz?” diye sorduğumda “Kendimi aç ve susuz bırakırım ama onu bırakmam” cevabını aldığımda bu hayranlığı anlıyordum. Gelen işaretle büyük koza geçip saatlerce kıpırdamadan bekledik. Gece yarısına doğru avın başarısız olduğu anlaşılmıştı. Mehmet “Aslında keklikle yatsı namazı ezanıyla toplanıp uyurlar, o zamana tuzağı kuracaktık. Sabaha karşı da keklikler daha çok oluyor” diye söylene söylene tuzağı topladı. Bir diğer ilginç nokta da gece karanlığında arazide yol olmamasına rağmen hiç şaşırmadan arabayı bıraktıkları yeri hemen bulmalarıydı.
*brhmgnc1@gmail.com
Evrensel'i Takip Et