19 Nisan 2015 08:49

‘Benim de Ermeni arkadaşlarım var’

Taş evlere yerleşip geniş geniş uzatmadık mı ayaklarımızı? Kim demiş ve ne hakla bizim olanı geri aldığımızı? Çaldık ve keyifle kurulduk bizim olmayana. Bir gün “ellerinde evimizin anahtarı” ile gelmelerinden korktuğumuz için tapu kayıtlarını memleket meselesi haline getirip incelemeye açmadık.

‘Benim de Ermeni arkadaşlarım var’

C. Hakkı ZARİÇ

Orada üzüm ve reçel kıvamında sözcüklerin saçını okşarken zaman, eve yorgun dönen taş işçilerinin ellerinde biriken nasır, çocukların saçlarında sevinç olurdu.
Bilemezdik. Bir arada olmanın bütün yollarından gidip geldiğimiz insanlarla aramıza kırgınlık girmesine neden yoktu. Kimse bilmek istemezdi.
Yeni çekilmiş kahve gibiydi hayat. Köpüklü. Sade. Mis kokulu. Orada kimin kimden yıldığı ya da sustuğu bilinen şey değildi.
Komşularımızın sonraya umutla baktığı yerde, onlarla doğrulup tarihe not düşerdik belki. Halay başında mendili sallayan kadının gözleri gibi olurdu gözlerimiz.
Biz, yani Ermeni olmayan mutlu çoğunluk, ne eksiğimiz ne fazlamız. Olmadığımız. Olamadığımız gün gibi vuruyor yüzümüze bizi. Orada uysal bir ormanın yangını gibi kendisini çoğaltıyor duyarsızlık. Ötesi ve başka anlamı yok. Soykırım. Ötesi yok. Başka anlamı yok. O yana bu yana kıvırmanın anlamı yok. Soykırım.
“Benim de Ermeni arkadaşlarım var”, cümlesinin aşağıladığı her şey gibi. Bu cümleyle ötekini tanımanın, onun hakkında yargıda ve değerde bulunmanın, onu kendine eş tutma çabasının insana ne kadar yabancı olduğunu görmemiz gerek artık. Aynı sokakta büyüdüğümüz arkadaşlarımız paskalya yumurtası boyuyor ey hayat!..
Evde başka, sokakta başka sesleniyor annelerine çocuklar. Evde gizli saklı Ermenice konuşan çocuklar, egemen dilin ağırlığıyla sesleniyor sokakta annesine. Demek istediğiyle değil, duymak istediğimizle sesleniyor. O zaman seviyoruz onu. Bize dair, bizden, içimizden biri olarak alıp hayatı paylaşıyoruz. Oysa başka fotoğraflar eskiyor onun sandıklarında. Başka defterler, başka hikâyeler birikiyor.
Köyler ya da kentler, ev içleri ya da sokaklar, meydanlar en çok da. Zamanın ustalarına neyin tanıklığını sormalı insan? Hangi sorunun yanıtı içlenmeden karşılık bulabilir, hangi şarkının altından yıkım zamanları çıkmaz, hangi döngü biçimini yitirmez ki? Annemizle yan yana oturup tarhana pişiren komşu kadın nerede şimdi? Sesi kulaklarımızda çoğalan arkadaşlarımız neredeler? Kim bizim adımıza devletin yüksek menfaatleri için karar verip onları söküp aldı hayatımızdan? Hangi bahçeleri yağmaladı zaman, hangi bahçeyi ot bürüdü, hangi bahçeye tırpanla girdi hoyrat eller, neden?
Başka bir milletten olduğu için kendini güvende hissetmeyenler yanılmıyor. Çoğunluk olanların da geleceği müphem. Orada geriye kalan malı mülkü yağmaya açan devlet, şimdiki zamana gelinceye kadar onlarca yasa çıkararak üstünlüğü dillerden düşmeyen hukukla hırsızlığını pekiştirdi. Yasal hale getirdi yağmasını. Öncesinde Ermenilere karşı demir sopalarla saldıran hamalların cezasız kalması, Gezi Direnişi’ndeki “palalı” saldırgana ne kadar çok benziyor. Devlet, bir geleneği temsil aldı aslında. Değişen sadece adlar ve makamlar oldu. Ermeni Soykırımı’nda imzası olan nice İttihat ve Terakki kadroları Cumhuriyet’in de kurucuları arasındaydı elbet. Ellerindeki kanı Osmanlı’nın çeşmelerinde yıkamışlardı zaten. Daha demin tavla oynadığı arkadaşını sürgün yollarına salacağını bilen hinlik, elbette bir devlet geleneği olarak yakamıza yapışacak, arkamızdan iş çevirecek, altımızı oyup derinlik yaratacaktı. Kim inkâr edebilir ki bunu? Onca Ermeni’nin hayatına kasten kıyan bir zihniyetin torunlarıyız. Masum olduğumuzu iddia etmenin ne adı var, ne de anlamı. Metruk bahçeler talan edilirken biz de payımıza düşeni almak için koşmadık mı sanki!
Taş evlere yerleşip geniş geniş uzatmadık mı ayaklarımızı? Kim demiş ve ne hakla bizim olanı geri aldığımızı? Çaldık ve keyifle kurulduk bizim olmayana. Bir gün “ellerinde evimizin anahtarı” ile gelmelerinden korktuğumuz için tapu kayıtlarını memleket meselesi haline getirip incelemeye açmadık. Biz geniş yataklarda derin uykulara yatarken, göklerde olmak için nara atan istikbal Dersim’de insanların üstüne bomba yağdırıyordu. Biz içtiğimiz suya, soluduğumuz havaya şükredip zikir çekerken 6-7 Eylül’de bu defa başka komşularımızı, Rumları yağma piyasasına sunuyordu devlet. Biz dağlara bakıp doruklara doğru içlenirken Deniz ve arkadaşları, paşalar omuzlarındaki yıldızları bizim “huzur ve güven ortamımız için” parlatırken Erdal Eren idam sehpasını tekmeliyordu.
Kürtleri dışında mı bırakalım bu zulüm geleneğinin. Olanlar ortada. Otuz yıldır süren iç savaşın son çirkefliği değil miydi daha geçen gün Ağrı’da yaşanan cinnet?
Onca kan birikmişken sokaklarda, Cumartesi Anneleri çocuklarını ararken, Halil Serkan Öz bir hışımla sokak artasında kalp krizi geçirirken nasıl masum olabiliriz ki? Süregelen yıkım geleneği her gün ekrandan bize çemkirip tehdit ederken hangimizin hayatı garantide, ne hakla? Kadın cinayetleri, tecavüzler, kartopuna kurban giden Nuh Köklü, ekmek alamaya giderken öldürüldüğü için belge sorulan çocuklar, sansürlenen filmler, iptal edilen konserler Osmanlı’dan devralınan mirasın bize yansıyan hali değilse neyin biçimsizliğidir yaşadığımız? Soma simsiyah hâlâ, neden?
Dün de böyleydi, sadece biçimini değiştirdi devlet. Adı değişince hayatı daha anlaşılır ve yaşanır kılmadı, burası doğru. Demokrasi, insan hakları, mal ve can güvenliği diyordu mahkemede hâkime Paramaz. Onun ve arkadaşlarının yargılandığı mahkeme de kayıtsızdı söylenenlere.
Ne kadar tanıdık, ne kadar bildik, ne kadar insana ait olmayan bir toplam.
Bir yetimi sokak ortasında ve fena bir istekle arkasından vurduran devlet, kanın aktığı yerde kendini temize çekmenin yollarını süpürüyor sürekli. Bir çocuğun üstüne yıkılan cinayetle hepimiz beyaz bir sayfada kendi adımıza huzurluyuz. Ermeni olsak ne Türk olsak ne, Kürt ya da Rum olsak kaç yazar? Barış için, bir arada ayrımsız yaşamak için, aynı bahçede çocuklarımızın sesleri ana dillerinde çiçeklerle büyüsün için masum olmadığımızı anımsayalım.

Evrensel'i Takip Et