28 Nisan 2015 01:59

Birlik ve dayanışma olmadan mücadele kazanamıyor

2015 1 Mayıs’ını 7 Haziran seçimleri sürecinde karşılıyoruz. İşçi ve emekçiler partilerin seçim bildirgelerini nasıl tartışıyor? HDP ve CHP tarafından dillendirilen emeklilik ve asgari ücret oranlarına hükümet neden karşı çıkıyor? “İşçiler politikayla ilgilenmez” yargısının karşılığı var mı? Sorduk, Gıda-İş Sendikası Genel Sekreteri Seyit Aslan cevapladı. (FOTOĞRAF: Erdost Yıldırım)

Birlik ve dayanışma olmadan  mücadele kazanamıyor

Serpil İLGÜN

2015 1 Mayıs’ını 7 Haziran seçimleri sürecinde karşılıyoruz. İşçi ve emekçiler partilerin seçim bildirgelerini nasıl tartışıyor? HDP ve CHP tarafından dillendirilen emeklilik ve asgari ücret oranlarına hükümet neden karşı çıkıyor? 2015 seçiminin aday listelerinde neden sendikacı yok? “İşçiler politikayla ilgilenmez” yargısının karşılığı var mı? İşçi ve emekçilerin geçtiğimiz bir yıldaki mücadele tablosu nasıl?

DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası Genel Sekreteri Seyit Aslan’la röportajımızın ikinci bölümünde Türkiye’nin kritik seçimi ve 1 Mayıs ilişkisi üzerinde durduk.


Birlik, dayanışma ve mücadele... Bunlar, 1 Mayıs’ı simgeleyen üç ana kavram. Önce mücadele boyutunu soralım. 2014’ün 1 Mayıs’ından 2015’in 1 Mayıs’ına geçen bir yılda mücadele cephesinde tablo nasıl?
İşçi sınıfının, genel olarak Türkiye halkının sorunlarının giderek ağırlaştığı açık. Bunun karşısında mücadele eğiliminin giderek arttığını görmek de mümkün. Bugün Türkiye’nin her tarafında sendikal örgütlenme meselesi işçi sınıfının gündeminde. Ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, iş cinayetleri, taşeron ve esnek çalışmadan kaynaklı olarak işçiler günler, aylar süren direnişler gerçekleştiriyor. Örneğin hükümetin taşeronu ortadan kaldırmak yerine, taşeronlaşmayı resmi hale getiren yasaları karşısında son birkaç ay içinde 150 bine yakın taşeron işçisi sendikalarda örgütlendi. Bu, Türkiye işçi sınıfının hem birleşme, hem mücadele dinamiklerini bağrında taşıdığını ve bunun giderek açığa çıktığını gösteriyor. AKP Hükümeti güvenlik gerekçesiyle üç grev yasakladı; cam grevi, maden grevi ve metal grevi. Cam grevi 8 günün sonunda yasaklandı. Bu süre boyunca cam işçileri kitlesel olarak grev yerlerinde kaldılar, işverenlerin ürün çıkarma girişimlerini TIR’ların önüne yatarak engellediler. Yine grevleri yasaklamasına rağmen maden işçileri dört gün boyunca grevi devam ettirdi. Grevleri oradaki sendikal bürokrasi eliyle kırıldı. İşçiler birçok şeyi göze alarak bu grevi devam ettirmişlerdi. Yine son metal grevinde grev yasaklandıktan sonra da patronlar işyerlerinde üretime iki gün ara vermek zorunda kaldılar.

Dolayısıyla işçi ve emekçiler bir yandan iktidar ve patronların yasakçı, baskıcı uygulamalarına karşı direnirken, öte yandan da sendikal bürokrasiyle de başa çıkmak zorunda kalıyor. Şu günlerde Bursa’daki Renault işçilerinin mücadelesi de bunun son örneği sanırım...
Evet. Türk Metal’in imzalamış olduğu sözleşme, metal işçilerinin taleplerinden uzak bir sözleşmeydi. Uzak olmasının yanında, sözleşmenin hazırlanma sürecinde, temsilci ve delege belirleme süreçlerinde sendikal demokrasinin işletilmemesi öfkenin giderek birikmesine neden oldu. 3-4 ay önce yine Renault’da 70’e yakın öncü işçi sendikal bürokrasinin işbirliği ile işten atılmasına rağmen bu süreç kesintiye uğramadı ve bugün Renault işçileri, Tofaş işçileri, Bursa’daki pek çok fabrikada çalışan işçiler hem işverene hem sendikal bürokrasiye karşı aynı anda mücadele ediyor. Bu da hükümetin çıkardığı yasalar ne kadar baskıcı bir ortam sağlarsa sağlasın, işverenler işyerlerine ne kadar baskı yaparsa yapsın, sendikal bürokrasi ne kadar güçlü olursa olsun, mutlaka ve mutlaka mücadelenin imkânlarının, dinamiklerinin bir yerden ortaya çıktığını gösteriyor. Renault işçilerinin geçmişten beri hem Bursa, hem de Türkiye’deki metal işçileri açısından hep bir amiral gemisi sorumluluğu ile hareket ettiğini biliyoruz. Ancak ne yazık ki bugün Renault işçilerinin bu mücadelesini -o iş kolu açısından söylüyorum- ileriye taşıyacak bir anlayış ortaya çıkmış değil.

Bu noktada ikinci önemli kavram, dayanışma devreye giriyor. Gıda-İş olarak, Türkiye’nin büyük firmalarına ait fabrikalarda direnişler sergilediniz. Kendi deneyiminizden de yola çıkarak, işçi ve emekçilerin mücadelelerinin güçlendirilmesi ve başarıyla sonuçlandırılmasında önemli faktörlerden biri olan dayanışma tablosu için ne söylersiniz?
Dayanışma meselesi açık ki, bugün işçi sınıfı açısından da sendikal hareket açısından da yeterince örülmüş bir mesele değil. Birçok direniş, eylem kendi başına başlayıp bitiyor.
Biz Ülker’deki 140 günlük direnişimiz süresince, hiçbir konfederasyon, hiçbir işyeri ayırımı gözetmeden, şucudur bucudur demeden, sendikal anlayışımızın gereği olarak, o bölgedeki bütün işyerleriyle bu bağı kurduk. Direnişimize Türk-İş’e bağlı işyerleri de geldi. Kamu sendikalarına bağlı işyerleri de, Ekmek ve Adalet taraftarları da, ülkü ocakları da geldi. AKP medyası hariç, farklı görsel ve yazılı medyadan birçok insan geldi. Liselerden, hatta ilkokullardan kumbaralarıyla dayanışma gösteren öğrenciler oldu. Bu dayanışma, direnişin 140 gün boyunca sürmesinin ve kazanımla bitmesinin en önemli faktörüydü. Dolayısıyla, emek ve sermaye arasındaki mücadelede emekten yana olan herkesin, mücadele içinde olan işçi ve emekçilerin yanında olmalarını sağlayacak politikaları, anlayışı, tutumu geliştirmek zorundayız. Yoksa sekterleşerek, “solculuk” yaparak, “devrimcilik” yaparak bu sorunlar çözülmüyor.

13 Nisan’da başlayan, yaklaşık iki haftalık duruşma süreci sonunda da 15 Haziran’a ertelenen Soma katliamı davasına sendikalar ne kadar ilgi gösterdi? Dünyanın en büyük iş cinayetinin tam da 1 Mayıs öncesine denk gelen davasında, sendikaların ‘Soma davası bizim davamızdır’ sözü ne derece karşılık buldu?
Dediğiniz anlamda bir fotoğraf ortaya konulmadı, bu çok açık. Konfederasyonumuz DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri, üyeleri keza KESK, TMMOB ve TTB Genel Başkanları, yöneticileri duruşmaya katıldılar. Temsili katılım da önemlidir kuşkusuz ancak bu konuda çok ciddi zayıflık var. Türk-İş sanki Soma davası yokmuş gibi hareket ediyor, Hak-İş 301 işçi iş cinayetine kurban gitmemiş gibi davranıyor.
Maden-İş sendikası ortada yok. Ama işçilerin duygusu daha farklı... Ne yapılabilirdi? Davanın başladığı gün bütün işyerlerinde ortak bildiriler, ortak açıklamalar okunabilirdi. Bölge çalışma müdürlükleri önünde dönemin Başbakanı, Çalışma ve Enerji bakanları başta olmak üzere sorumlulara tepki gösterilebilirdi. Davaya daha kitlesel katılım sağlanabilirdi.


ADAY LİSTELERİ DE GÖSTERDİ Kİ SENDİKACILARIN İTİBARI YOK

Yaklaşan seçimler, iktidarın emek düşmanı, demokrasi karşıtı politikalarıyla da hesaplaşmayı, bu politikalardan rahatsız olan işçi ve emekçileri kazanmaya yönelik bir fırsatı da barındırıyor. Sizce bu fırsat ne kadar değerlendiriliyor?
7 Haziran’ın kritik seçim ama mesele sadece AKP değil. Bu düzen sınırları içinde hangi parti iktidara gelirse gelsin, mücadele etmeden sorunlar çözülemez. Bugün Türkiye’deki emek örgütlerinin seçimler konusunda ortak bir paydada buluştuklarını söylemek mümkün değil. Örneğin Türk-İş ve Hak-İş’in, hükümet politikalarının sürdürülmesinde önemli payı var. Kıdem tazminatları meselesi de; Soma, Ermenek, Torunlar ya da asgari ücret, işsizlik gibi meselelerin hepsi mücadeleyi gerektiriyor, hükümete toleransı değil. DİSK’in son başkanlar kurulundaki tartışmalarda, taşeronlaştırmayı sürdürenlere, asgari ücreti düşük tutanlara, demokrasi düşmanlarına, barışa ve kardeşliğe hizmet etmeyenler oy vermeyeceğiz gibi yaklaşımlar oldu, çok açık ki bu seçimde işçi ve emekçilerin talepler ve demokrasi mücadelesi üzerinden taraf olmak gerekiyor.

Partilerin aday listelerinde geçen yıllardan farklı olarak sendikalardan, emek örgütlerinden temsiliyetin gözetilmediğini görüyoruz. Nedir bunun sebebi?
Bugün sendikacıların yeterince itibarı yok maalesef. Farklı çevrelerin temsiliyeti gözetiliyor çünkü hakları, talepleri için mücadele ediyorlar. Çevre hareketinden kadın hareketine bu çeşitli kesimlerin mücadeleleri bir gelişkinlik gösterdi. Ama sendikacılar açısından aynı şeyi söylemek mümkün mü? Binlerce, on binlerce işçiyi arkasından sürükleyen sendikacılar, sendika önderleri olsa, herhalde durum bu olmazdı. Sadece milletvekilliği açısından söylemiyorum, genel olarak bu durumun değişmesi ve sendikacıların, sendikal hareketin sınıfa güven vermesi, onun mücadelesini ilerletecek bir pozisyonda olması gerekiyor.


İŞÇİLERİN KOPUŞU DOĞRU ADRESE YÖNELMELİ

Partilerin seçim bildirgeleri açıklandı. HDP ile başlayalım; HDP’nin bildirgesinde iş güvenliğinden çocuk işçiliğinin yasaklanmasına, mevsimlik işçilerden taşeronlaştırmaya bir dizi düzenleme yer alıyor. Genel hatlarıyla nasıl değerlendirdiniz?
Seçim bildirgelerine işçi sınıfının ve halkın taleplerinin bir yansıması olarak bakılması lazım. Bu açıdan HDP’nin bildirgesinin bu taleplere kısmen yanıt veren bir yanı var. Ama elbette bunları yapmak için, işçi sınıfı ve emekçi halkların gücünü arkana alman lazım. HDP’de bu vurgu var. CHP’de ise yok. CHP “Oy verin biz yapacağız” diyor. Bildirgeyi yazarsınız ama bunun için mücadele örgütlemezseniz o bildirgelerin altı boş kalır, vaatten öteye geçmez. AKP, özellikle CHP bildirgesindeki asgari ücret vs. üzerinden kaynak polemiği yaratıyor, “Nereden bulacaksınız” diye... Bugün Türkiye’nin gayri safi milli hâsılasını elinde tutan yüzde 2’lik grup kaynaktır. Ama siz geldiğinizde vergiyi işçiden, yoksuldan, küçük esnaftan almaya devam ederseniz, zaten değişecek bir şey yoktur.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, özetle, ‘Asgari ücreti 1.500 liraya çıkarttım derseniz, işçiye en büyük zulmü yaparsınız. Bunu işverenin kesesinden vereceksiniz. Böyle bir şey yapılırsa -ki hayalidir- o zaman büyük olasılıkla işçiler ya kayıt dışı çalıştırılır ya da işlerini kaybeder’ dedi…
Asgari ücret 1500 ya da1800 lira da olsa yeterli değil. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı devletin rakamlarına göre 3 bin 500 lira. Siz asgari ücretin bunun yarısı bile olmasına karşıysanız, demek ki insanların açlık sınırında yaşaması için politika geliştirmeye devam edeceksiniz.
Hükümet zaten 13 yıldır hep patronlara hizmet etmiştir. 20-29 yaş arasında çalışan genç işçilerin sigorta primini devlet ödüyor. Bugün sanayinin önemli bir bölümünün genç işçilerden oluşmasının nedeni budur. Patronlar neden 30 yaş üstü insan çalıştırsın? Hem genç işçinin enerjisinden faydalanıyor, hem de sigorta priminden kurtuluyor.
Bugün gerçek anlamda asgari ücret patronlar açısından 1000 lira değildir; sigorta primini, teşvikleri, vergi aflarını vs. düşündüğünüzde patronların cebinden çıkan 600 liradan fazla değil. Türkiye, iş gücü maliyetlerinin en düşük olduğu ülkelerden biridir. 30 yıldır çalışan bir hala asgari ücret alabiliyor, düşünebiliyor musunuz? Demek ki ülkede işçi ücretleri artmıyor. Kamu emekçilerini saymazsak, Türkiye’deki ortalama ücret, asgari ücretin 100-200 lira üzerine çıkmaz. Bir taraftan patronlara her türlü teşviki vereceksiniz, kayıt dışı çalışmayı özendireceksiniz, sonra da kalkıp diyeceksiniz ki asgari ücret 1800 olamaz! Zaten yüzde 50’si kayıt dışı. Bakanlığın kendi rakamları var; 22 milyon çalışan iş gücünün 11 milyon 900 bini sigortalı olarak gözüküyor. Vergiyi kimin kaçırdığı, verginin kimden alınması gerektiğini ortaya koyuyor bu.
AKP politikaları işçiler arasında geçmişte olmadığı kadar sorgulanıyor. “Bunca yıllık AKP iktidarında değişmeyen bir tek şey var, çalışma koşullarımız ve ücretlerimiz” diyorlar. Ama alternatif güçlü çıkmazsa bu sorgulama ve kopuş zamana yayılır. Bizim şu anda işyerlerinde örgütlemeye çalıştığımız temel talep ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi. İşçi şunu söylüyor; “Ben asgari ücret alıyorum, yetmeyince 4 saat mesaiye kalmaya başladım, bu da yetmedi ek iş aramaya başladım!” Dolayısıyla, bu sorgulamanın doğru adrese gitmesi önemli. Türkiye’deki emek ve demokrasi güçlerinin sınıf düşmanı, emek düşmanı politikalar karşısında doğru adresi ortaya koymaları gerekir.

İşçi ve emekçilerin genel olarak memleket meselelerine ilgi göstermediği yönünde bir algı söz konusu. Ancak aktardıklarınız bu algının doğruluğunu tartışmaya açıyor. Ne dersiniz?
Bir kere işçi sınıfının politikaya ilgi göstermediği doğru değil. Gittiğimiz her yerde işçilerle tartışırken bunu görme imkânımız oluyor. İşin şu tarafı var; seçim dönemleri işçilerin fabrikadaki birliğinin bozulmasına ya da kutuplaşmalarına neden olabilecek şeyler de ortaya çıkarıyor. Sınıftan yana bir politika ortaya konduğunda ancak bu ayrışmalar ortadan kalkabilir. Örneğin kabaca “AKP’ye oy vermeyin” demek başka bir şey, AKP’nin iş cinayetlerinden asgari ücrete, sendikal hak ve özgürlükler meselesinden kadın cinayetlerine 13 yıllık politikalarını tartışmak başka bir şey. Kaba propaganda, işçiler arasında etkili olmadığı gibi ayrışmayı körüklüyor. Sınıf politikasını savunan kesimlerin, seçim çalışmasında bunlara özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Anlaşılır, sade ve hedefini bulan bir yaklaşımla işlerin kolaylaştığını görebilirler.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!

Peşkeşe ‘dur’ de!

Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
5 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et