03 Mayıs 2015 04:09

Yanımızdakinin yüreğine dokunma zamanı

O gidenler neden gitmiş? Neden bunlar yerlerinde unutulmuş, sormamışlar. Hiç akıllarına gelmemiş bir ananın ölmesin diye çocuklarını köy yakınlarında bırakıp gitmesi. Düşman için söylenen yalan o kadar büyüktü ki, inanmalıydı en ücra köydekiler bile.

Paylaş

Kader BAYRAM

Ermeni kelimesini ilk duymam, anamdan emzikli bebek isteyip, sağlam bir cimcik yedikten sonraydı. Tüm yoksul ailenin çocuğu gibi ilk ve son oyuncak istememdi. O gün anamla hiç konuşmadım. O da bana “Baksana Ermeni suratlı hiç gülmüyor” dedi. O gün bunun ne olduğunu, niye böyle söylediğini bilmiyordum. Sonra okulda tarih derslerinde bizim topraklarda yaşayan sadık bir millet olduklarını, çeşitli kışkırtmalarla arkamızdan hançerleyen, komşunun karısına kızına kötü gözle bakan, Müslümanların mallarını yağmalayan düşman olduklarını öğrettiler. “Biz Çanakkale’de ölüm kalım savaşı verirken, onlar erkeksiz kalan köylere saldırıyorlardı. Bunun cezası olmalıydı elbet. Biz de zorunlu olarak onları topraklarımızdan kovduk.”
Ne kadar masum geliyor kulaklara değil mi? Lisede, yaşadığım şehrin sokaklarında bir zamanlar Ermeni çocuklarının koşturduğunu ve o çok sevdiğim Antep evleri diye bilinen yapıların da Ermeni mimarisi olduğunu öğrenmiştim. Şimdi nerelerdeydi onlar? Resmi tarih dışında bir şeyler okumaya başlayınca, olayların hiç de bize anlatılan tarih kitabındakiler gibi olmadığını anlıyor insan. Yaşam da öğretti tabi. Bizler de “gavur”a göre “Kürt Müslümandır” anlayışından, Ermeniler kadar olmasa da içerideki düşmandık. Ufacık bir olayda ana avrat küfürler savurmaktan çekinmiyorlardı.

ZELİHA... FATMA... MERTENİŞ...

Bu toprakların kadim halkları sırasıyla nasibini alıyordu. Düşman gösterilmek istenen herkes, kıyım makinesine dönüşmüş bu düşüncelerden nasibini aldı. Kürtler, Rumlar, Aleviler ve buna karşı çıkan Türkler bile. İnsan sormadan edemiyor. Ne çok düşmanı varmış bu ülkenin? Toprağından mı, suyundan mı, ne çok düşman üretmiş bu topraklar?!  
Tabii anam yüzümüzü astığımızda ‘Ermeni suratlı’ demeye devam etti. Bir gün yine o lafı söyleyince “Sen hiç Ermeni gördün mü? Tanıdın mı?” dedim. Neden böyle söylediğini sorunca da, “Ben nereden bileyim. Öyle söylediler, öyle öğrettiler” dedi. Kimdi bunlar? Nasıl öğrettiler bunu? Nasıl aktarılırdı kuşaktan kuşağa düşmanlık.
Oysa anam Ermeni görmüştü. Ekmeğini yemişti. Öyle benimsemişti ki onların Ermeni olduğunu bile unutmuştu. Çünkü köyümüzde Gevurey lakabıyla tanınan ailenin anası Ermeni’ymiş. Kendi söyledi. Onun için bu lakapla anılıyorlarmış. Tek bizim köyde de değil, yan köyden de saydı kadın isimleri. Kiminin adı Zeliha, kimininki Fatma. Bazıları büyük olduğundan değişmemiş isimleri; Merteniş gibi. İyi de bu kadınların ne işi vardı bizim köyde? Anamın anlattığına göre “büyük göç” olmuş. Ermeniler Halep’e gitmişler. O zaman konakladıkları yerlerde unutulmuş bu kızlar. Köylüler büyütüp kimi kendi almış, kimi oğluna almış bunları. Bizim gibilerdi. Bizim dilimizi konuşmuş, bizim gibi giyinmiş, bizim gibi yaşamışlardı… Bizim olamamışlar ki “Gavur” etiketinden kurtulamamışlar yine de...

NEDEN?

O gidenler neden gitmiş? Neden bunlar yerlerinde unutulmuş, sormamışlar. Hiç akıllarına gelmemiş bir ananın ölmesin diye çocuklarını köy yakınlarında bırakıp gitmesi. Düşman için söylenen yalan o kadar büyüktü ki, inanmalıydı en ücra köydekiler bile. Duymamalıydı kulakları gidenlerin ardından çocuk seslerini. Görmemeliydi gözleri ana kokusuna hasret bebelerin üç gün katıksız baştankara yattığını. Oyun oynadıklarında onlara ‘gavur’ dendiğinde kim sardı körpe yüreklerini? Kerpiç duvarlar mı oldu ağladıklarında kucak açan? Köyümüzden gözüken Suriye topraklarına bakıp bağırmış mıdır kendi dilinde “Ana” diye? “Söz verdin almaya gelecektin” diye ağlamış mıdır? Bilmiyorum. Ama bilinen bir şey var ki, o da, yaşadıkları sürece ağız dolusu gülemedikleri. Yüzlerine sinen bu hüzünden mi söylene gelmişti “Ermeni suratlı” sözü. Anam da bilmiyor.
Yaşanan bu acıların hesabını sormadığımız, soramadığımız için bu topraklarda acılar yaşanmaya devam ediyor. Karşı çıkılmadığı için bu topraklar bu defa da Suriye’den gelenlerin acısına tanıklık ediyor. Acılar aynı. Yine çocuklar ve kadınlar… İyi de bu hep böyle mi gidecek? Biz kadınlar bir arada yaşama iradesinde birleşemediğimiz sürece birilerinin iki dudağında mı olacak halkların kaderi. Biz ses çıkarmadıkça daha büyük acılar kapımızı hep çalacak. Yüreğimizde biriken acıların ağırlığıyla kamburlaşan belimizi bedenimiz taşıyamaz oldu.
Eee ne duruyoruz o zaman, yanındaki kadının yüreğine dokunma, acısını paylaşma zamanı gelmedi mi?

ÖNCEKİ HABER

Basın özgürlüğü nasıl ölçülür?

SONRAKİ HABER

ODTÜ şenlikleri ne ola ki?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa