Edebiyatın özgür ruhu
Behçet ÇELİK
Sait Faik, Türkçe edebiyatın özgür ruhudur. Her türlü otoritenin, toplumsal değerin, geleneğin, insanî olan her şeyi alınır-satılır kılan yerleşik düzenin topluma dayattığı yaşam tarzlarının insanları ne hale getirdiğini, nasıl köleleştirip eşyaya indirgediğini; insanlık onurunun şu ya da bu değerler adına nasıl yok edildiğini gördükçe, bunların hepsinden azade olabileceğimiz bir başka dünyanın, “dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir âlemin” ve “hiçbir kitabın yazmadığı yeni bir ahlakın” mümkün olduğunu fısıldamıştır öykülerinde.
Nasıl olmuşsa –insan hayret ediyor– Sait Faik’in dünya dertlerine kayıtsız, sadece kişisel dertlerinin peşinden giden avare bir insanı anlattığı, insanların ekmeklerini nasıl kazandıklarıyla ya da toplumdaki eşitliksizliklerle ilgilenmediği yazılmış, söylenmiş bir zamanlar. Oysa onun öyküleri dikkatle okunduğunda, o avarenin sıklıkla kapıldığı, “birdenbire gelen” üzüntüsünün, tam da insanların birbirleriyle nasıl acımasız bir savaşa zorlandığını görüp bir şey yapamamaktan, emeğin karşılığını almadığı bir dünyada “meselesi ekmek olanlar”la meselesi “incir çekirdeğinden başlayıp dünya yuvarlağındaki en manasız meseleye kadar çıkanlar”ın sevinçlerinin bile benzemez hale geldiğini fark etmekten kaynaklandığı rahatlıkla sezilir.
“Sarnıç”ta mesela, “Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahlûktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?”diye sorar. “Yaşayacak”ta, “yarının haklı ve insan dünyası”ndan söz eder.
Sanıldığının aksine kendi halinden pek de memnun değildir, kendisiyle didişmesi bitimsizce sürer, özgür ruhu kendi alışkanlıklarına, sevinçlerine karşı da isyana sevk eder onu. Yazmak, yazıp derdini kâğıtlara dökmek, karşılığında üç-beş lira telif almak da kesmez; yazmak da kibirden, hırstan başka bir şey değilmiş gibi görünür bazen.“Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım,” der. Kalemini fırlatıp atma noktasına gelir. “Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu, arzusunu değil kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakiyetler, şöhretler düşünmeden, ‘düşünürsem Allah canımı alsın!’ düşüncesiyle yeniden bulabilirsem kalemsiz kâğıtsız dağlara fırlayacak, balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım.”
“Kırlangıç Yuvasındaki Kadın”da, kendisini de dışta tutmadan bütün yazarlardan şikâyet eder: “Zanaatımızı ötekilerden üstün görürüz. Bugünlerde ne kadar yazı okudumsa, hepsinde bir dedikoduculuk, bir anlayışsızlık, bir göremeyiş, bir özenti havası vardı.” Bu konudaki en acı saptama, “Ben Ne Yapayım?”ın anlatıcısından gelir: “Ben haftada iki lira ile gazetelere yazı yazmağa devam ettikçe, onlar bunu yapacaktır.” İçini rahatlatmaya yetmese de, kendisini “onlar”dan ayrı tutar. Onu öfkelendiren, tiksindiren, aralarına karışmamak için doğaya kaçtığı “onlar”ın nasıl insanlar olduğunu “Ben Ne Yapayım”da şöyle anlatır:
“O civarda insanlar korkunç şeylerdi. Garip gözleri vardı. Sabah sabah damlıyorlar; nasıl kazık atacağız birisine, diye fırıl fırıl, yalnız hamallarla çuvalların gezindiği sokaklarda dolaşıyorlardı. Bütün mesele bir yere mal yığmaktı. Bütün mesele ötekini kafese koymaktı. Zamanlar normaldi ama, bu normal zamanda da onlar, anormal zamanlar için pişiyorlar, sanki bugünü bekliyorlardı.”
Bazen kulağımıza Sait Faik’teki hümanizmden söz edildiği çalınır; ayrımsız bütün insanları sevdiği falan söylenir. “O korkunç” insanları sevmiyordur oysa; onların ahlakını, düzenini istemiyordur, kaçıyordur onlardan, aylaklığı da çalışmayı sevmemesinden değildir. Pek çok öyküsünde “meselesi ekmek olanların” alın terine duyduğu saygıyı anlatır, sarılıp ellerinden öpmek ister.“Gün Ola Harman Ola”da, “Canım Mercan Ustam!” diye seslendikten sonra dünyanın haline eseflenir. “Ne Mercan Ustaya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne çeşmibülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte…”“Papaz Efendi”de de, “Allah varsa, bizi yaşamak için yaratmıştır,” diyen, “güzel şeylere, güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara bayılan”, bir balıkçıdan söz ederken, “Her gün tuttuğu balık yarının ekmeğine yetişecek kadardır. O, öylece bir hazine bulmuştur ki, o defineden her gün aldığı şey, o kadardır. Bu kadar almak da kimsenin hakkını yememektir” diyen papazı örnek almamızı önerir. Özetle, peşinde olduğu, aradığı “yepyeni ahlak”böyle bir şeydir.
Birbirlerinden pek çok açıdan farklı olan insanların, insan onurunu ve yaşama sevincini merkezine alan yeni bir ahlakta buluşması özlemini ifade ettiği öykü ve romanlarını kaleme alırken de özgür ruhludur Sait Faik. Yerleşik edebi ölçütleri, alışkanlıkları, anlatım ve kurgu biçimlerini tersyüz etmekten çekinmemiştir; yeni bir dilin, yeni bir edebiyatın filizleri onun öykülerinde yeşermiştir. Modern Türkçe öykü, “Alemdağ’da Var Bir Yılan”da Hidayet’i saklandığı, “sabahki yediği simidin susamları kokan” paltosunun cebinden çıkmıştır. Sait Faik gibi yeni bir ahlak arayışından vazgeçmeyen, yerleşik düzenin kof değerlerine isyan eden, bu değerlerin baskısı altında bunalan sonraki kuşaklar,ondaki kalıpları ve alışkanlıkları altüst etme azminden güç ve ilham alarak yeni bir dil, yeni bir öykü ve yeni bir dünya bayrağını taşımayı sürdürmüşlerdir.