17 Mayıs 2015 10:49

Hakan KOÇAK

Kenan Evren 1970’li yılların sonlarına doğru iyice sıkışan Türkiye sermayesinin beyaz atlı prensiydi. Dönemin büyük sermaye gruplarının, TÜSİAD, TİSK gibi sermaye sınıf örgütlerinin neoliberal bir modeli yaşama geçirmek için ihtiyaç duydukları otoriter sistemi zorla kuracak, onları işçi sınıfının örgütlü baskısından kurtaracak kahraman Evren oldu. Evren’in liderliğinde gerçekleşen askeri darbenin hedeflerinin başında emek örgütleri yer alıyordu. Özellikle yürüttüğü militan grevler ve direnişlerle sermaye açısından baş düşman haline gelmiş olan DİSK’in tasfiyesi darbecilerin de öncelikleri arasındaydı. Darbe grevleri bitirdi, sendikal faaliyetleri durdurdu, öncü işçileri, sendikacıları tutukladı, işkencelerden geçirdi. Böylece fiziken emeğin örgütlü gücünü yok etti. Bunun yanı sıra sendikaları itibarsızlaştırmak için Evren bizzat çaba harcadı. Binlerce sendikacı gözaltında işkencedeyken yaptığı konuşmalarda sendika yöneticilerini sendika ağaları olarak niteleyip lüks içinde yaşadıklarını anlattı. Sendikalı işçilerin aldığı yüksek ücretlerden dem vurarak toplu sözleşme hakkını ve sağladığı kazanımları karaladı. 

Nitekim işçi sınıfının zorlu mücadelelerle, yasalar ve toplu sözleşmeler yoluyla sağladığı kazanımların tasfiyesi 12 Eylül rejiminin bugün de etkileri süren miraslarından oldu. İşçilerin reel ücretleri ve genel olarak emeğin milli gelirden aldığı pay 12 Eylül’le zora dayalı biçimde başlatılan neoliberal politikalarla radikal biçimde düşürüldü. Sonraki yıllarda verilen mücadelelerle bu pay ve reel ücretler kısmi olarak yükseltilse de o günlerden bugüne Türkiye kapitalizmi genel olarak ucuz emeğe dayalı yapısını korudu. İşçi sınıfı hiçbir zaman 12 Eylül öncesindeki refah düzeyini yakalayamadı. 12 Eylül’ün önemli bir iş güvencesi mekanizması olan kıdem tazminatlarına getirdiği sınırlama da bugüne kadar giderilemeyen bir hak gaspı olarak tarihe geçti.  

1967’de kurulduktan sonra Türkiye işçi sınıfının örgütsel kapasitesinin yükselmesinde ve sınıf hareketinin siyasallaşmasında büyük katkısı olan DİSK’in tasfiyesi ve sendikaların itibarsızlaştırılması 12 Eylül’ün bugüne uzanan en önemli miraslarından birisidir. DİSK 1992 yılında faaliyetlerine yeniden başladıysa da hiçbir zaman eski gücünü yakalayamadı. Ama bundan öte Türkiye’de genel olarak sendikacılığın imaj ve güven kaybetmesinde Evren’in kurduğu rejim günümüze kadar uzanan bir başarı gösterdi. Bugün sendikalarla ilgili her konuşmaya sendikalara duyulan güvensizlikten söz ederek başlanıyorsa bu her şeyden önce Evren cuntasının bu topraklara bıraktıkları kirli ve acılı miras yüzündendir. 

Dünyada 1970’ler sonrası gündeme gelen sendikal kriz Türkiye’de 12 Eylül darbesinin özel etkileri de eklenince çok daha ağır biçimde yaşandı. Darbe sonrası her açıdan emek hareketine düşman bir iklimin oluşmasının yanı sıra yapılan yasal düzenlemelerle sendikal hareket tam bir cendere altına alındı. Sendikaların yaşam enerjileri, içsel dinamikleri ve demokratik yapılanmaları; son derece ayrıntılı düzenlemeler getiren sınırlayıcı, yasaklayıcı yasal mevzuat ile kurutuldu, donduruldu. 12 Eylül rejimi ‘güçlü sendikacılık’ şiarıyla oluşturduğu yüksek barajlarla, aşırı merkezi, otoriter, bürokratik, şişkin ama güçsüz yapılar yarattı.

1983 yılında çıkartılan 2821 ve 2822 sayılı kanunlarla oluşturulan çalışma yaşamının yeni düzeni 12 Eylül’ün emek hareketini bugüne kadar içinde tuttuğu cenderenin temelidir. Sözde “güçlü sendikalar” yaratmak şiarıyla oluşturulan yeni çalışma mevzuatı siyasi partiler gibi sendikaların da önüne barajlar dikerek özgür sendikacılığı bitirdi. Barajlar güçlü sendikacılığı değil içi boş kabuk sendikacılığı yarattı. Belli sayıda üye sayısına sahip olmak, işyeri düzeyinde örgütlenebilmek için birçok sendikada işverenlerle uzlaşarak, onları ürkütmeden sendikacılık yapma kültürü gelişti. Bugün Soma’da yaşanan sendikal zavallılığın arkasında yatan da Bursa’da Türk Metal’e karşı gelişen işçi isyanının temel nedeni de budur.  
İşçi hareketinin öncü gücü olan metal işçilerinin militan mücadele örgütü ve DİSK’in amiral gemisi Maden-İş’in Genel Başkanı Kemal Türkler’in 12 Eylül’den kısa süre önce katledilmesi, ardından darbe sonrası Maden-İş’in faaliyetinin durdurulması, binlerce yönetici ve temsilcisinin tutuklanması, işten çıkartılması, örgütsüz bırakılan on binlerce metal işçisinin daha önce küçük milliyetçi bir sendika olan Türk-Metal’e fiilen üye kaydedilerek bu sendikanın kitlesel bir oluşuma dönüşmesi öyküsü 12 Eylül’ün gerçek sınıfsal öyküsüdür. Maden-İş’le baş edemeyen MESS’in, onun yöneticisi iken sonra cunta sonrası dönemin başbakanı olan Turgut Özal’ın, Evren’e teşekkür mektupları gönderen Koç grubunun, sonraları Ergenekon davalarına konu olan karanlık ilişkiler içindeki Türk-Metal’in başlıca kahramanları olduğu bu öykü Türkiye işçi sınıfının öncü güçlerinin esaret altına alınma öyküsüdür de aynı zamanda. Geçtiğimiz aylarda Birleşik Metal-İş Sendikasının MESS’e karşı başlatacağı grevlerin apar topar ertelenmesi (fiilen yasaklanması) de bu öykünün günümüzde devam eden parçasıdır elbette. Artık bu öyküye son vermeye soyunanların, Bursa metal işçilerinin, yanında olmak 12 Eylül’le, Evren’in mirasıyla gerçek bir hesaplaşma yapmak isteyenler için tam da bu nedenlerle bir görevdir.

Evrensel'i Takip Et