‘Yenilikçilik’ten sultanlığa
SUNU: Türkiye, tek bir oyun bile sonucu belirlemekte etkili olabileceği bir seçime gidiyor. Geleceği oylarken, geçmişin doğru bilgisine sahip olmanın önemi ise tartışılmaz. Türkiye 13 yıldır aynı iktidar tarafından yönetiliyor. Peki bu yıllar nasıl yaşandı? Bu dosya birçok temel alanda bu soruya yanıtlar vermek amacıyla hazırlandı. Doğru yanıtlara ulaşılmasına katkı sunmasını umuyoruz.

Fatih POLAT
AKP’nin Kurucu Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, siyasetin zirvesine taşıyacak ilk önemli basamak 27 Mart 1994 Yerel Seçimleri’yle kazandığı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığıydı.
Bu aynı zamanda, ‘Adil Düzen’ sloganını kullanan Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin sessiz yükselişini gösteren bir seçimdi. Erdoğan, ikinci büyük yükselişini ise RP’yi iktidardan düşüren 28 Şubat 1997 askeri müdahalesine borçludur. ‘Postmodern darbe’ olarak da tanımlanan bu müdahale RP-DYP koalisyonunun sonunu getirirken, 16 Ocak 1998’de RP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla Milli Görüş geleneğinden gelen siyasiler Fazilet Partisi altında birleşti.
Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan’ın aralarında bulunduğu ve medya tarafından ‘Yenilikçiler’ diye adlandırılan bir ekip ise yeni bir parti çalışmalarına başladı. 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan partinin kurucuları arasında yer alan isimlerden bazıları şunlardı: Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım ve Bülent Arınç.
‘MİLLİ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİ ÇIKARDIK’
Erdoğan, partisinin siyasi yelpazedeki yerinin “muhafazakar demokratlık” olduğunu belirtti ve “Milli görüş gömleğini çıkardık” dedi.
AKP kurmayları yolun başında İslamcı bir parti olmadıklarını özellikle vurgularken, ABD gibi dünyanın önemli merkezlerine gerçekleştirdikleri gezilerde de, bir merkez partisi olarak kendilerine güven duyulmasını sağlamayı amaçlayan mesajlar veriyorlardı.
28 Şubat müdahalesi AKP’nin kuruluş sürecinin yolunu açarken, Türkiye’yi derinden sarsan 2001 ekonomik krizi de AKP iktidarının önünü açtı. Daha önce iktidar olmuş partiler bu büyük krizin hemen ardından 3 Kasım 2002’de gerçekleşen seçimlerde barajın altında kaldı. Halk, arayışını daha önce denenmemiş olan AKP’de birleştirdi.
Geçerli oyların yüzde 34,63’ünü alan AKP, Abdullah Gül başkanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti’ni kurdu. Siyaset yasağı nedeniyle kabine ve TBMM’de yer alamayan Genel Başkan Erdoğan’ın bu yasağı, CHP’nin de desteklediği bir Anayasa değişikliği ile kaldırıldı. Erdoğan, 8 Mart 2003 tarihinde Siirt’te yapılan yenileme seçimlerinde milletvekili seçilerek Meclise girdi. Bunun üzerine Gül başkanlığındaki 58. Hükümetin 11 Mart 2003 tarihindeki istifasının ardından Erdoğan, 15 Mart 2003’te 59. Cumhuriyet Hükümeti’ni kurdu.
2004 yılında yapılan yerel seçimlerde yüzde 41.67’lik oyla birinci olan parti olan AKP, belediyeler bazındaki sonuçlara göre ise 1.950 belediye kazandı. 15 büyükşehir belediyesinden de 11’ini aldı.
CUMHURİYET MİTİNGLERİ VE SONRASI
AKP’nin bu yükselişinin ardından 2007’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan ya da Milli Görüş Geleneği’nden başka bir ismin olası Cumhuriyet mitinglerini gündeme getirdi. Bu mitinglerde modern yaşam biçiminin tehlike altına gireceğini düşünen ve laikliği sahip çıkma güdüsüyle hareket eden kesimler de yer aldı. Ancak asker ve ‘ulusalcı’ kesimler de böyle bir ihtimali önlemek için askeri bir müdahalenin dahi meşru olacağını savundular.
‘E Muhtıra’ diye de adlandırılan 27 Nisan 2007 tarihinde TSK’nin sitesinden yayımlanmış olan Genelkurmay Başkanlığı açıklaması bu süreçte yayımlandı. Açıklamada, TSK’nın “Atatürkçülüğe, laikliğe ve cumhuriyetin temel ilkelerine sözde değil özde bağlı” bir Cumhurbaşkanı adayı profili çizildi.
Bu tutum AKP iktidarı açısından halkın oyuyla seçildiği halde engellenerek “mağdur” edilen bir hükümet imajı yarattı ve bu tartışmalarla gidilen 2007 genel seçimlerinde AKP, yüzde 46.58’lik bir oy oranı, oylarını artırarak tek başına iktidar olma konumunu korudu.
Türkiye’nin 81 ilinin, Tunceli hariç 80’inden milletvekili çıkardı.
Daha sonra gerçekleştirenlerin bile arkasında duramadıkları 27 Nisan E Muhtırası, AKP’nin iktidarını güçlendiren bir sonuç doğurmuştu. Ve açıklama da, 29 Ağustos 2011’de Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinden kaldırıldı.
AKP’nin sonraki seçimlerdeki oy grafiği ise şöyle gelişti: 2009 yerel seçimlerinde oyları, yüzde 38.8’e düşse de Türkiye genelinde birinci parti konumunu korudu. 2011 genel seçimlerinde ise yüzde 49,9 oranında oy alarak tek başına iktidar konumunu korudu. AKP 2014 Yerel Seçimleri’nde de yüzde 45.6 oy aldı.
Ancak bu seçimlerin tamamı yüzde 10 barajı ile gerçekleşti ve AKP bu barajı kaldırmaya hiçbir zaman yanaşmadı. Bu konudaki eleştirilere AKP kurmaylarının verdiği klasik yanıt ise ‘Barajı biz getirmedik’ oldu.
AKP’nin tüm seçim süreçlerinde kullandığı temel argüman ise, ‘AKP’nin siyasi ve ekonomik istikrarın teminatı’ olduğu teziydi. AKP bu tezi ‘koalisyonlar kaos ve kriz üretir’ teziyle birlikte dillendirdi. 2001 krizinin diğer sermaye partilerini barajın altına çektiği koşullarda, halkın bir güven arayışının sonucu olarak iktidara gelen AKP, arada yaşanan ekonomik sorunlar, işsizliğin artması, iş cinayetlerinin devasa boyutlara ulaşması, temel demokratikleşme sorunları gibi gündemlere rağmen, halk açısından başka bir iktidar seçeneği ortaya çıkmadığı için bu konumunu korumayı başardı.
Seçimlerde partilere yönelik olarak hazine yardımlarının adaletsizliği gibi faktörler hep AKP’nin çok büyük ekonomik imkanlarla seçim propagandası yapmasını sağladı. Ancak AKP’nin iktidarını korumasında bu avantajlar kadar, onun bu konumunu sarsacak bir başka gücün ortaya çıkamamış olması da temel bir faktördür.
Bugün EMEP’in ittifak yaptığı ve dışındaki birçok politik yapının da desteğini açıkladığı HDP’nin yüzde 10 barajını aşmayı başarması ise, Erdoğan’ın başkanlık hedefine firen koyabilecek ve AKP’nin konumunu sarsarak önümüzdeki dönemde yeni bir siyasi tablonun oluşmasına imkan sunabilecek bir ihtimal olarak önümüzde duruyor.
ERGENEKON VE BALYOZ... ‘BEN BU DAVANIN SAVCISIYIM’DAN, ‘ALDATILDIK’A
‘27 NİSAN E Muhtırası’ ve Cumhuriyet mitinglerinin ardından 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkan AKP, kendisi açısından bir ‘siyasal alan temizliği’ne girişti. Ergenekon operasyonu bu amaca bağlanan bir davaydı ve bu süreçle birlikte AKP aşama aşama asker üzerindeki inisiyatifini de artırdı.
İlk Ergenekon soruşturması 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombası bulunması sonucunda başladı. İlk duruşması 20 Ekim 2008’de Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda görülen davalarda 400 dolayında sanık Ergenekon üyesi olmakla suçlandı. Sanıkların 2003-2004 yıllarında mevcut hükümeti silah zoru ile devirip anti-demokratik yollarla devlet idaresini ele geçirmeyi planladığı ve bu çerçevede Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven kod adlı darbe planları hazırladığı iddia edildi. Çok sayıda üst rütbeli askerin de yargılandığı bu süreçte Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da mahkum olarak hapis yatan isimler arasında yer aldı.
Ergenekon davası sürecine, bu davanın inandırıcılığı konusundaki şüpheleri güçlendiren isimler de dahil edildi. Gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener bunlar arasındaydı.
2003 Martı’ndan 1. Ordu Komutanlığı’nda dönemin Türkiye Cumhuriyeti hükümetini devirmek için hazırlandığı iddia edilen bir darbe planına dayanarak gündeme getirilen Balyoz davası da bu sürecin diğer bir halkasıydı.
MAKAM ARACINI ZEKERİYA ÖZ’E GÖNDERDİ
Dönemin Başbakanı Erdoğan, “Ben Ergenekon’un savcısıyım” dedi ve eski kurşun geçirmez Mercedes makam otomobilini Zekeriya Öz’e tahsis etti.
Hükümetin bu süreçte emniyet ve yargıdaki Fethullah Gülen Cemaati’ne bağlı ya da onları yakın kadrolarla birlikte hareket ettiği biliniyordu. Erdoğan ve partisinin Cemaatle zamanla arası açılırken, 17 ve 25 Aralık büyük yolsuzluk operasyonu, eski ortakların çatışmasına dönüştü.
Erdoğan ve yakınlarına kadar uzanan, AKP’nin önemli bakanlarını içine alan büyük yolsuzluk operasyonunu yürüten savcılar görevlerinden alınırken, bu ilişki savcıların meslekten ihracına kadar vardı. Erdoğan’ın Ergenekon davasını yürütürken kendisine özel araç tahsis ettiği Zekeriya Öz de ihraç edilenler arasındaydı.
Erdoğan’a en yakın isimlerden birisi olan Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın “Milli orduya kumpas kurdular” açıklaması, Hükümetin yolsuzluk suçlamaları karşısında Gülen Cemaati’ne karşı elini güçlendirmek için TSK’yi yanına alma ve Ergenekon-Balyoz davalarının siyasi sorumluluğunun tamamını da Cemaatin üzerine yıkma tutumunun bir göstergesiydi.
Bu söylemle girilen yeni süreçte Balyoz davasının tüm sanıkları beraat etti ve Ergenekon davası da ‘siyaseten sabıkalı’ bir dava konumuna getirilerek gözden düşürüldü.
ERDOĞAN’DAN SUBAYLARA: ALDATILDIK
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 Mart 2015 günü Harp Akademileri Komutanlığı’nda subaylara seslenirken, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarındaki subay tutuklamalarına ilişkin söylediği şu sözler, gelinen yeni noktayı ifade ediyordu: “Bu operasyonlarla şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı. Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya desteğiyle teçhiz edilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık. Samimiyetle ifade ediyorum; eski Genelkurmay Başkanımız başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için yakından tanıdığım pek çok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı.”
YARIN: Mehmet Altan
GÜL’ÜN DIŞLANMASI VE ERDOĞAN’IN SARAY GÜNLERİ
Erdoğan ile Gül, Refah Partisi’nin ardından ‘Yenilikçiler’ adıyla girilen ve AKP’ye varılan yolda, bu hareketin en önemli iki ismi oldu. Yolun başında Erdoğan’ın, genel başkan olmasına rağmen yasaklı olduğu için Başbakan koltuğuna oturamadığı dönemde bu görevi Abdullah Gül üstlendi. Yine Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının ciddi tepkilerle karşılaşarak engellendiği dönemde Gül Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. AKP’nin son dönemi Gül ile Erdoğan arasındaki iplerin de gerildiği, bu gerilimin çeşitli vesilelerle görünür hale geldiği bir dönem oldu. Ve Erdoğan 2014 yılında cumhurbaşkanlığına aday olurken, Gül’ün AKP’nin başına geçmesine izin vermeyerek iktidarın tüm iplerini kendi elinde tutmak istediğini ilan etmiş oldu. Erdoğan, Başbakanlığa ise teşkilatta örgütçü bir geçmişi olmayan ve kendisi açısından bir siyasi risk görmediği Ahmet Davutoğlu’nu atadı.
Erdoğan, 10 Ağustos 2014 tarihinde düzenlenen ilk turda yüzde 51.79 oy oranı ile cumhurbaşkanı seçildi.
İç ve dış politikada ‘Neo-Osmanlıcı’ söylemleri dilinden düşürmeyen Erdoğan, yaptırdığı ve Cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullandığı Saray’da ilginç görüntüler verdi. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı Sarayda resmi törenle karşılarken, 16 Türk devletlerine ait askeri üniformaları giyen görevliler de yer aldı. Bu alışılmadık görüntü çok tartışıldı ve sosyal medyada alay konusu oldu.
Erdoğan 2015 seçimlerinde ise, toplu açılışlar gibi çeşitli gerekçelerle halka seslenerek ‘istikrarın korunması’ ve ‘sistemin restorasyonu’ adına, kendi başkanlığı için gerekli değişiklikleri yapmaya imkan vermek üzere AKP’ye 400 milletvekili istiyor.
ANAYASA REFERANDUMU
AKP iktidarı dönemindeki kritik süreçlerden birisi de 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleşmiş olan, anayasa değişikliği referandumuydu. İktidar bu süreçte 12 Eylül darbe anayasası ile mücadele söylemini öne çıkardı ve liberal aydınlar içinden de kendisini hatırı sayılır bir destek buldu. ‘Yetmez ama evet’ sloganıyla çok sayıda liberal ve ‘sol’ bir geçmişe sahip aydınlardan destek gören AKP, referandum sonucunda yüzde 57.8 evet oyu ile istediğini aldı. Böylelikle Erdoğan’ın ve AKP kurmaylarının iktidarları önünde bir ayak bağı olarak gördükleri yüksek yargı kurumlarını tamamen iktidara bağlayacak düzenlemelerin de önü açılmış oldu.
Erdoğan, bu ayak bağından da kurtulmasıyla birlikte, bir çiftçiye ‘ananı da al git’ tutumunu ‘aştı’. Mesleğe 45 yılını vermiş ve kendisini de uzun süre desteklemiş gazeteci Hasan Cemal’i ‘Batsın senin gazeteciliğin’ diye hedef aldı, yine kendisine daha önce destek vermiş Nuray Mert’i ‘namert’ diye hedefe koydu. Başka bir kadın gazeteci Amberin Zaman için de ‘haddini bil, edepsiz kadın’ sözlerini kullandı.
Anayasa referandumu sürecinde ‘Yetmez ama evet’ diyerek Erdoğan’a ve partisine destek veren, bugünlere gelineceğini söyleyerek karşı çıkanlarıise ‘darbecilikle’ suçlayan liberal aydınların birçoğu, daha sonra bu tutumları nedeniyle özeleştiri anlamına gelen yazılar yazdılar.
FİDAN’IN İSTİFASI, ADAYLIĞI VE DÖNÜŞÜ
AKP iktidarının son dönemindeki önemli gelişmelerden birisi de, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın AKP’den milletvekili aday adaylığı idi. Fidan’ın, Erdoğan ile yaptığı ikili görüşmede yorulduğu belirterek aday olmak istediğini söylediği kamuoyunu yansıdı. Ancak Erdoğan, bu adaylığa karşı olduğunu açıkladı. Başbakan Davutoğlu ise, Fidan için ‘Cesurdur, yiğittir, attığı adımdan geri dönmez’ dedi. Ama, Fidan 9 Mart 2015 günü, aday adaylığını geri çektiğini açıkladı ve sonra da eski görevine yeniden atandı. Bu, ilk bakışta AKP’de Erdoğan’ın mutlak iktidarı biçiminde yansısa da, baskılayarak sözünü geçirme üzerine kurulu bu yöntemin bir gerilim biriktirdiği de açıktı.
Evrensel'i Takip Et