25 Mayıs 2015 00:58

Sultan’ın Ortadoğu seferinin hazin sonu

Paylaş

Ali KARATAŞ
Yusuf ERTAŞ

Ülke olarak tarihsel, kültürel, ekonomik birçok alanda güçlü bağlarımızın bulunduğu Arap coğrafyasındaki gelişmeler, 5’inci yılında baş döndüren bir hızla ilerlemeye devam ediyor. Tunus’ta Seyyar Satıcı Genç Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan süreç, önümüzdeki uzun yıllar boyunca bölgeyi etkileyecek sonuçlar ortaya çıkardı. Yeni aktörlerle beraber var olan aktörlerin pozisyonları da değişti. Toplumların sosyal ve siyasal yapılarında derin etkiler bıraktı.

AKP EN ÖNEMLİ AKTÖRLERDEN BİRİ

Önemli kavşak noktalarından bir olan geçen beş yılda AKP Hükümeti, başından itibaren süreci etkileyen, kendi lehine çevirmeye ve bölgede etkinliğini arttırmaya çalışan önemli bir aktör oldu. Hatta ve hatta iktidarın dış politikasının temel ilgi alanı Arap Coğrafyası oldu dersek abartı olmaz. Fakat gelinen noktada uygulanan dış politika yüzünden hemen hemen bütün komşuları ile sorunlu ve artık hükümetin de “değerli yalnızlık” söylemi ile itiraf ettiği bölgeden tamamen izole olan bir Türkiye ile karşı karşıya kalınmış durumda. 

STRATEJİK DERİNLİK, SIFIR SORUN VE PROAKTİF POLİTİKA

AKP İktidarı bu dönemde dış politikasını “stratejik derinlik” kavramı üzerine oturttu. Buna göre Türkiye, üzerine oturmakta olduğu coğrafya ve sahip olduğu tarihsel ve kültürel miras dolayısıyla tek taraflı ve tek boyutlu bir dış politika izlemeyecek, çıkarlarını tanımlarken kendisini daima merkezde konumlandıracaktı. Türkiye, kendisini belli bir merkeze angaje etmeye zorlayacak “stratejik sığlık” içinde olmayacaktı. Bu politika çerçevesinde iki argüman daha geliştirildi.

Bunlardan birincisi  “komşularla sıfır sorun” argümanıdır. Bu yaklaşıma göre bu argüman, komşuların hatırına savunulan bir görüş değildir. Burada amaç, sınırlı kaynakların daha acil olan ülke içinde sorunların çözülmesine ayrılabilmesi için gerekli olan bir stratejiydi.

İkincisi ise”proaktif dış politika” anlayışıdır. Buna göre amaç, sorunların çıkmasını beklemeden, potansiyel sorun alanlarına müdahale etmek ve tarafları mümkün olan en kısa zaman içinde ortak bir noktaya getirmekti. Bu yaklaşıma göre esas olan, sorunlar çıktıktan sonra onları ortadan kaldırmaya çalışmak değil, sorunları daha ilk aşamada yok etmek olmalıdır. 
Bir çok süslü kavram kullanılarak oluşturulan bu çerçevenin sahada nasıl bir tezahürü olduğuna örnekleri ile bakalım;

SURİYE KRİZİ; STRATEJİK SIĞLIĞIN BELGESİ

Öncelikle bir noktayı tespit etmek faydalı olacaktır; AKP Hükümetinin son dört yıldaki Ortadoğu siyaseti, emperyalizm ile iş birlikçilik ve bunun gerekleri üzerinden üstlenilen “taşeronluk” ilişkisinden ibaret olmadı. Yukarıda sayılan birçok süslü argümanın sahada nasıl tezahür ettiğini en iyi Suriye’ye yönelik uygulanan politikada görmek mümkündür. AKP Hükümetinin Suriye politikası bölgenin nasıl ve hangi araçlarla şekillenmek istediğinin billurlaşmış ifadesi oldu.

Suriye politikası, eski dışişleri bakanı ve şimdiki başbakanın teorisini oluşturduğu “derin strateji”ye bağlı olarak, “Yeni-Osmanlıcı” yayılmacı hayaller içermekteydi. Türkiye’nin kendi talep ve hedefleri de vardı. “Esad devrilecek”,  Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılınacaktı. Bu amacın gerçekleştirilebilmesi için her yol mübah sayıldı. Suriye’nin Dostları adı altında ilk toplantı, 128 ülkenin katılımı ile İstanbul’da gerçekleştirildi. Bu toplantı ile sürgünde yaşayan Suriyeli muhaliflerden rejime alternatif olacak bir yapılanma ortaya çıkarılmaya çalışıldı. Burada dikkat edilmesi gereken AKP’nin, Müslüman Kardeşler’e yakın kişi ve yapıların iktidara gelmesi için çaba göstermiş olmasıdır. 

AÇIK SINIR POLİTİKASI

Hükümet kriz başlar başlamaz açık sınır politikası uyguladı. Rejimle savaş içinde olan ve Kamplarda kalanlar istedikleri gibi Suriye’ye girip çıkabildi. Başta Hatay olmak üzere Türkiye’nin sınır kentleri savaşan grupların lojistik üssü oldu. Her türlü muhalif yapının sınırdan teçhizatları ile geçmesine izin verildi. 
Fakat verilen destek bununla da sınırlı değildi. Muhaliflere ve cihatçı örgütlere TIR’larla yapılan sevkiyatlar dünya kamuoyunda eksik olmadı. IŞİD’in bu noktaya gelmesinde Türkiye’nin her konudaki desteği göz ardı edilemez. Aradan dört yıl geçmesine ve cihatçı grupların “eğit-donat” politikasının sonuç veren bir politika olmadığı görülmesine rağmen hükümet aynı noktadadır. Arap basınına yansıyan bilgilere göre “Cisr eş Şuğur’u istila etmek için kullanılan cihatçı gruplar, Türk istihbaratının bir yıl önce Suriye sahil cephesi için Keseb’te kullandığı grupların aynısıydı. Saldırı Antakya’daki bir “operasyon odası”ndan yönetildi. 
Sonuç olarak Türkiye’nin Suriye politikası Esad’ın olmadığı ve devrilmesi için her türlü şer gücünün kullanılabileceği stratejisi üzerine kuruldu. Bu politika Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde patlayan bombalı araçlarla 53 kişinin ölmesine, yüz binlerce Suriyelinin ölü ve yaralı ve milyonlarcasının mülteci durumuna düşmesine neden oldu. Fakat sonuçları bununla sınırlı kalmadı; IŞİD gibi bütün Ortadoğu’ya ve hatta dünyaya başına bela olan bir örgüt armağan etti.

IRAK’TA MEZHEP KAVGALARININ KÖRÜKLEYİCİSİ

Suriye’de uygulanan politikaya eğer özellikle bir sıfatlandırılacak olursa herhalde “mezhepçi” denirse en doğru tanımlama yapılmış olur. Çünkü Kürt bölgesi bir tarafa bırakılırsa Suriye krizinin başlangıcından itibaren örgütlenen ve desteklenen grup ve yapıların en karakteristik özelliği, Sünni-cihatçı olmasıdır. Bu politikanın Irak’taki tezahürü, Anbar eyaleti başta olmak üzere Sünni aşiretlerin desteklenmesi oldu. Maliki’nin Sünnileri dışlayan politikasına karşı Türkiye’nin Suudi Arabistan gibi bölgede etkinlik kazanmak isteyen aktörelerin geliştirdiği strateji, Irak’taki toplumsal bölünmeyi derinleştiren “Şiiciliğe karşı Sünnicilik” ile özetlenebilecek bir politikadır. 

Bu politikanın en bariz sonucu ise Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’un bir kurşun bile atılmadan birkaç saat içerisinde IŞİD çetelerinin eline geçmesi oldu. Şüphesiz ki Irak’taki mezhepsel bölünmeler Türkiye’nin politikası ile başlamamıştır. ABD’nin ırak işgali mezhepsel kavgaların alevlenmesinde bir dönüm noktasıdır. Ama AKP iktidarının özellikle Suriye-Irak politikası katalizör görevi görmüş ve mezhep savaşları büyüten ve derinleştiren bir etken olmuştur.

Fakat Irak hükümeti ile sıkıntı yaşanan tek nokta bu değildi. Irak Kürt bölgesiyle yaptığı gizli petrol anlaşması nedeniyle de “güvenilmez bir komşu” olarak nitelendirildi.

MISIR’DA BÜYÜKELÇİ KOVDURULDU

AKP Arap halk hareketlerinin başlamasından bu yana dış politikasını “Sünni hareketlerin desteklenmesi” üzerine oturttu. Bu politikaya uygun olarak Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Müslüman Kardeşler (İhvan) ile yakın ilişkilerini geliştirdi. 2012’de İhvan’ın Adayı Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle ilişkiler daha ileri boyutlara taşındı. İhvan’ın bir yıllık iktidarında, gerek uyguladığı ekonomik politika gerekse toplumun taraftarları dışında kalan kısımlarını yok sayan siyaseti nedeni ile büyük bir muhalif hareketin ortaya çıkmasına neden oldu. Ve milyonlarca Mısırlı İhvan’a “irhal” yani “git” dedi. Toplumun bu tepkisini arkasına almayı başaran Mısır ordusu, İhvan’ı darbe ile iktidardan uzaklaştırdı. Bu süreçte Türkiye bakımından dikkat çekici nokta, Mısır’da İhvan’ın politikaları nedeni ile ortaya çıkan toplumsal kutuplaşmada taraf olması ve her aşamada müdahil olmaya çalışmasıydı. Nihayetinde bu politika büyükelçinin ikinci kez Mısır’dan kovulması ile sonuçlandı. Kahire yönetimi, Türkiye’nin Kahire Büyükelçisini “istenmeyen adam” ilan etti. Mısır’da yaşanan krizde Mısır büyükelçisi “kovulan tek büyükelçi” unvanını aldı. Bu Türkiye’nin ikinci kez karşılaştığı bir durumdu. Birinci kovulma hadisesi Cemal Abdulnasır döneminde yine “içişlerine karışmak” gerekçesi ile gerçekleşmişti. AKP’nin politikası nedeniyle  “Osmanlıyı geri getirmek” amaçlı olduğu yönündeki fikirler bu dönemde Mısır’da  güç kazandı.

FİLİSTİN; İÇ POLİTİKANIN MALZEMESİ

‘Filistin Davası’ AKP hükümetinin her daim yüksek perdeden sahiplendiği bir konu oldu. Fakat bu sahiplenme Filistin halkının sorunlarının çözülmesinden çok “iç politika” malzemesi olarak kullanıldı. Gerçi 2010 yılında Gazze’ye yardım götüren gemilere İsrail’in düzenlediği baskında gemide bulunanların bir kısmının öldürülmesi, bir kısmının yaralanması ve gemilerin yolcularıyla birlikte rehin alınmasından sonra büyükelçi geri çekildi. Lakin ne yapılan askeri ve ticari anlaşmalar feshedildi ne de ticari ilişkilerde bir değişiklik oldu. 

KÜRTLERİ İNKAR; DEĞİŞMEYEN ÖNCELİK

Yeni Osmanlıcı politikası nedeniyle hemen herkes AKP’nin son dört yılda dış politikanın temel dinamiklerini değiştirdiği konusunda hem fikir. Fakat dış politikada değişmeyen tek nokta “Kürtlerin inkarı” üzerine kurulu kısmıdır. AKP hükümeti Suriye krizi başladığı andan itibaren, Kürtlerin herhangi bir statü kazanamaması için her türlü adımı attı. Rojava’da Kürtler statü kazandığında ise yıkılması için her türlü enstrüman kullanıldı. En son IŞİD  saldırdığında ise Kürtlerin direnişinin kırılması için  çaba gösterildi. Lakin bütün çabalara rağmen halkın iradesi kırılamadı.

SONUÇ: MODEL ÜLKEDEN GÜVENİLMEZ ÜLKEYE

Türkiye’nin uyguladığı dış politika nedeniyle hemen hemen bölgede sorunlu olmadığı bir ülke kalmadı. En son Yemen meselesinde olduğu üzere bu sefer İran’la karşı karşıya gelindi. Kasım 2011’de, Time dergisinin kapağında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafıyla beraber bir soru yer alıyordu: “Türkiye’nin İslami eğilimli lideri (laik, demokratik, Batı-dostu) ülkesini bir bölgesel güç haline getirdi; ama modeli Arap Baharı’nı kurtarabilecek mi?”  Gelinen noktada birkaç yıl içinde model ülke kavramı yerini emperyal hayaller peşinden koşan “Yeni-Osmanlıcılık” sıfatına bıraktı. Son söylenebilecek söz ise yaşanan bunca badireye rağmen dış politikadaki tutumda herhangi bir değişim emaresinin görülmediği.

ÖNCEKİ HABER

Araplar ABD işgalinin bedelini ödüyor

SONRAKİ HABER

Kılıçdaroğlu: Mağdur edebiyatıyla darbe yaptılar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa