06 Haziran 2015 01:00

Bir dede, bir mühür, bir odacı, bir oy...

Paylaş

Devrim ACAROĞLU
İstanbul

Mehmet Bölükbaşı yani benim dedem, 94 yaşında. Dile dahi kolay değil di mi, 94. Yani kaba hesapla üç tane çeyrek yüzyıl önce ziraat okulunu bitirmiş oluyor. 50 yıl önce Sarıyer Ziraat Müdürüymüş, 30 sene evvel emekli oldu. 30 senedir Beşiktaş’ta aynı evde oturuyor. İşitme güçlüğü dışında bir sağlık sorunu yok. Hâlâ gözlüksüz gazete okuyabiliyor mesela. Hatıralarının berraklığı ve zihninin keskinliğini zaten anlayacaksınız. 

Dedemin adını, yaşını ve sağlık durumunu öğrendiğinize göre gelelim bu sayfada ne işi olduğuna. Annem bir kaç hafta önce arayıp neşe ve şaşkınlıkla dedemin bana iletmek istediği bomba bir mesaja elçilik etti. Mesaj şu; “Devrim’e söyle HDP’ye 8 oy topladım”. Dedemin oyunu HDP’ye verecek olmasının yani CHP’ye vermeyecek olmasının bende yarattığı şaşkınlığı Kılıçdaroğlu’nun aynı tercihi yapması ile eş tutabilirim, öyle söyleyim. Çünkü dedem CHP’li değil CHP’nin kendisidir, Cumhuriyetçi değil bizzat Cumhuriyettir bana göre. 50 seneden fazla Cumhuriyet Gazetesi okumuş, en kıymetli hatıraları elini öpme fırsatı bulduğu üç Kurtuluş Savaşı komutanı ile karşılaşması olan, evindeki dev Atatürk kitaplığını her gün büyüten birinden bahsediyoruz.  Dedemin siyasi bir dönüşüm geçirerek HDP’yi seçmediğini söylememe gerek yok. Zira mesele CHP’nin bir oyunun HDP’ye kaymış olması da değil. Bir değil sekiz tabii bu arada. Sekizin biri de 70 yıla yaklaşan hayat arkadaşının oyu. Ses kaydı bozulmasın diye çıt çıkarmadan ama sessiz alkışlarla dinledi eşini anneannem. Dedemin CHP’den bir şikayeti de yok bu arada, bir kırgınlığı, küskünlüğü de yok. Başkanlık meselesi olmasa yine “Halk Partisine” verirdi. Yani CHP’nin kaybettiği oyun CHP için çok önemi yok fakat HDP’nin kazandığı oy çok ama çok kıymetli. Bahsettiğimiz oyla yüzde on barajı yıkılmaz belki ama çok daha büyük bir baraj çoktan yıkılmış bile. Yetmez ama evet yani...
Bazen olmayacak sanılan bir buluşma bir insanın yaşamında gerçekleşiyor. Dedemin HDP ile buluşması Cumhuriyetin HDP ile buluşması bir yerde. O bir oy’un sahibinin yaşam hikayesini kendi ağzından dinleyecek olmanızın sebebi de bu.

Ekonomi sayfalarıyla kapışacak kadar rakamla dolu bir röportaj oldu. Kusura bakmayın ama yaş doksan dört, oluyor o kadar. 

‘ANASI ÖLMEZ, KÂRI YARI YARIYA’

7 Ocak 1921’de Maraş’ta dünyaya gelmişim. İki sene sonra babamın işi dolayısıyla şimdiki Osmaniye’ye gitmişiz. O zamanlar Osmaniye’nin ismi Cebeli Bereket Vilayetiydi, ildi yani. Cebeli Bereket yani Bereket Dağları. Babam orada sarraflık yapıyordu. Tabii bunu annemin anlatmasıyla öğrendim. Çünkü üç buçuk yaşındayken kaybettim babamı. Kız kardeşim altı aylıktı. O zaman sigorta yok, sosyal yardım yok. Çalışana da çalışmayana da. Emekli belki vardı ama onu da biz bilmiyoruz. Babam bize hiçbir şey bırakmadı. Olanı da annem kasapla anlaştı, ona bir miktar para verdi, “anası ölmez, kârı yarı yarıya” diye. Yani verdiği sermaye ölmez, kasabın kazancının yarısı bize olacak şekilde. Bu şekilde yaşantımızı sağladı annem. Annemin babası Aslan Ağa Çemişgezek’ten gelip yerleşmiş Osmaniye’ye. Arsaları varmış. O zaman Osmaniye’deki evlerin yüzde altmışı hudu. Yani üstü saz kenarları kamışlarla örülü ev. Vali bile kirada oturuyordu, vali konağı falan yok. Tek katlı evimize dayım bir kat daha çıkmıştı. O evde Askerlik Şube Reisi kalırdı, 3 buçuk lira kira verirdi. Evin arkasında portakal bahçesi vardı, önü avlu. Huzur vardı, herkes birbirini severdi. Akşamları aileler arası eğlenmeler yapılırdı. 

Osmaniye’yi hükümet değişiminde ilçe yaptılar. Vilayetten kalma bir Ortaokul vardı. Bu ortaokula Osmaniye’nin bütün kazalarından köy çocukları gelir iki üç arkadaş hu tutup  üniversite okurmuş gibi okurlardı. Zaten biz ortaokulu bitirdiğimizde Ankara’da üniversite yoktu. Bazı fakülteler, Hukuk Fakültesi gibi, Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi gibi İstanbul’a bağlıydı. Diğerleri hep yüksek okuldu. Ortaokulu bitirince en yakın il olan Adana’ya yatılı olarak gittim okumaya. Ailemizin durumu gereği. Ticaret Lisesi, Ziraat Meslek Lisesi, Muallim Mektebi ve Normal Lise vardı. Lise üstünde okul yoktu. Annemler Ziraat Okulunu seçti. Üç senede orayı bitirdik, bir sene uzmanlık okuduk, etti dört. Bir sene de Yedek Subay Okulu ki o da yüksek okul sayılıyor. Ülkenin en yüksek okulu. Tıbbı bitiren, eczayı bitiren oraya geliyor. Bitiremeyen er oluyordu. Ya  er olursun ya da subay zaten. Ömer İnönü de bizim taburda. Alay Komutanı Köşke yolladı Ömer’i ilk gün. Reisicumhur İsmet Paşa komutanı arayıp “Yedek Subay Okulu tatile mi girdi, ne işi var bu çocuğun evde” diye kalaylayıp geri yolladıydı oğlunu askere. 

Yedek Subay Okulu’nu 8 ayda bitirdik. Altı ay askerlik yapıp terhis olacağız derken emir geldi. “Yedek Subaylar süresiz olarak askere alınacaktır” diye. Götürecek ailesi olanlara da harcırah veriliyor. İkinci Cihan Harbi kapıda çünkü. Annesi ve Kızkardeşiyle Çanakkale Ezine Ayvacık, 64. Piyade Alayına gitti Asteğmen Mehmet. O zaman soyadım Arslan’dı. O da ayrı hikaye. Küçük bir kasaba Ayvacık, Tümen tüm sahile yayılmış, sahili koruyacaklar. 74 lira maaşımız var, iki buçuk liraya kirada oturuyoruz. Neyse altı ay geçince Teğmenlik geldi. Maaş 83 lira 81 kuruş oldu. Teskere bırakma imkanı çıktı, Albaylığa kadar yükselmek mümkün. Ama bir sene parasız okuyacaksın. Parasız okursam anneme, kızkardeşime kim bakacak? Neyse teskere bırakamadım. 

‘TORPİLİN NE OĞLUM?’

İki buçuk senede bitti askerlik. Tarım Bakanlığı Manisa’nın Kula İlçesine Şube Başkanı olarak atadı beni. Memur yok, bir şey yok. Bir mühür, bir ben, bir de odacı. Kula’dan Sıvrihisar’a tayin oldum. Sivrihisar’dayken Dayımın kızı Muazzez Hanımla evlendim. İlk Kızımız Meral de Sivrihisar’da doğdu. Sonra Adapazarı Geyve’ye gittik. 

O zamanlar Dayımın oğlu Coşkun İstanbul Teknik Üniversitesini kazandı. Okuyacak da nasıl okuyacak. Dayım kara kara düşünüyor. Malatya’ya Arıcılık kursuna çağırdılar. Bir ay sürdü seminer. Tarım Bakanı geldi. Nasihatlar verdi falan. “Bir ihtiyacınız olursa mektup yazın” dedi. “Makama da değil ismime yazın”. Coşkun okuyabilsin diye İstanbul’a tayinimi isteyen bir mektup yazdım Bakana. Bakan yanıt verdi, “İstanbul’a tayininizi istediniz ama İstanbul pahalıdır, alacağınız maaşla sıkıntı çekersiniz, biraz düşünün”. 
Coşkun’un okuması lazım, düşünecek durum yok. “İstiyorum” dedim, geldi tayin. Muhabbete bak sen Bakanla. Roman gibi değil mi. İstanbul Ziraat Müdürlüğüne gittim. Refik Oraltan o zaman Meclis Başkanı. Yeğeni gelmiş o zaman Ziraatçı Hamdi. Ardından ben geldim. Evlendikten sonra soyadım değişti Bölükbaşı oldu. O zaman da Osman Bölükbaşı var. Şimdi ki Kılıçdaroğlu gibi, vuruyor, kırıyor falan. Müdür, “Adnan Menderes’in de adamı gelsin de kabineyi kuralım” dedi. Gülüyor tabii herkes. Geyve gibi yerden direk İstanbul’a gelmişim. “Torpilin ne oğlum” dedi. “Allah” dedim. Ne torpili yahu. Geyve’de keyfim yerindeydi, İstanbul’a gelinir mi oradan. “Teknik Üniversiteye yakın bir teşkilat olsun” dedim müdüre. Fakülte nerede onu bile bilmiyorum. Sarıyer’de varmış teşkilat. Beyoğlu, Beşiktaş, Şişli, Sarıyer’e bağlı. Coşkun, hergün Sarıyer’den Gümüşsuyu’na geliyor okumaya. Yine bir ben, bir mühür bir de odacı Osman. Osman’dan sonraki odacım İsmail’le konuştum geçen günü bu arada, hala sık sık görüşürüz, o da HDP’ye verecek. Yalandan verecem demez. Sözünün arkasında durmayacak olana demem de zaten. 
Neyse... Osmaniye’deyken motorsiklet kullanırdım. Ehliyet al dediklerinde “bilumum” diye aldım. O sayede cip verdiler bana Sarıyer’de. Cipin üzerinde İstiklal Harbinden kalma kurşun delikleri var hala. O kadar fakir yani memleket. Amerika hediye etmiş güya o cipleri. Olduk mu; Bir ben, bir mühür, bir odacı, bir de cip. 20 sene Tarım Müdürlüğü yaptım Sarıyer’de. 63 yaşında emekli oldum. O gün bugün Beşiktaş’ta oturuyorum.

YAKADA İNÖNÜ ALTINDA MENDERES RESMİ

Seçim öncesi bir seçim hikayesi anlatayım; Sivrihisar’ın Hortu Köyü var. Nasreddin Hoca orada doğmuş, köylü öyle söylüyor. Demokrat Parti kurulacak, köylüler öyle bir hale geldi ki köyde camiiyi ikiye bölmüşler. Bir tarafta Halk Partisinin imamı namaz kıldırıyor diğer tarafta Demokrat Partinin imamı. Dedikodulara göre –gözümle görmedim- halk iki buçuk liraya oyunu satmış Demokrat Partiye. Ezici çoğunlukla geldi iktidara Demokrat Parti. Taksim’de halk göğüslerine İsmet Paşa’nın rozetlerini takmış miting yapıyor. Halbuki yakayı açtığında Adnan Menderes’in resmi var. 

Bu tip oyunlar vardı tabii ama bugünkü gibi saygısızlık yoktu liderler arasında. Ne İsmet Paşa’ya hakaret ettiler ne Menderes’e. Ben çok üzülüyorum liderlerin kırıcı konuşmalarına. Ben hepsini gözümde büyütüyorum. Hepsi bu memleketin evladı. Hepsi görgülü insanlar. Neden birbirini kırıyorlar bir oy için. Eğer hizmetse sırayla da yapılabilir. Cenabı Allah kime nasip ederse o yapar. 

HEP HALK PARTİSİNE VERDİM

Bugüne kadar hep CHP’ye verdim. Zaten Demokrat Parti çıkana kadar başka şansın da yoktu. Bugünkü gibi seçim olmuyordu, zorunluluk da yoktu, miting falan da olmuyordu. Demokrat Parti kurulunca particilik çıktı. Aklım erdiğinde başladım Halk Partisine vermeye. Otuz senedir burada oturuyorum. Hep Halk Partisine verdim. Referanduma da “evet” demedim. Hükümetin ve Reisicumhurun sert hareketleri beni ruhen incitti. Tayyip Beyi Reisicumhur olmak tatmin etmedi Başkan olmak istiyor. Gazetede okudum. Diyor ki HDP barajı aşarsa, AKP’ye kayamayacak HDP’nin oyları. Böyle olunca Başkanlık sistemi olamayacakmış. Tabii kimse Reisicumhurluğuna bir şey demiyor. Başkanlık olmasın diye HDP’ye oy vermeye karar verdim. Selahattin Demirtaş’ın  konuşmaları, espirileri de çok hoşuma gitti. Benim gayem Başkanlık sisteminin olmaması, Cumhuriyet rejiminin devamı. Ben cumhuriyet rejiminde büyüdüm, bu rejimin ekmeği ile yaşıyorum. Başkanlık sistemi bir yerde diktatörlüğe gidiyor. Herkesin okuduğu gazeteyi ben de okuyorum. Bunlar gazete malumatı. Başka da bir şey bilmiyorum. 

Bizim Reisicumhurumuz Amerika Başkanları ile aşık atıyor. Sarayda 1200 oda boşmuş daha. Ne yapacağız buraya? Ne ihtiyacımız var? Araba saltanatını okuyor, üzülüyoruz. İsmet Paşa rahmetli Reisicumhur olduğunda ciple makamına gider gelirdi. Kendi arabasını kenara çektirmişti. Yabancı heyet karşılamalarında kullanırdı. Dışarıya karşı aslan gibi gözükmek için. Başkanlık sistemi tehdidi olmasa yine Halk Partisine verirdim oyumu. 

HASO’NUN MEKTUBUNU YAZARDIM ASKERDE

Çekirge mücadelesine giderdik Doğuya. Personel eksikliğinden Batıdan da kalkıp giderdik. Çok büyük mesele Çekirge. Suriyeden, çölden toplu halde geliyor ve engellemezsen buğday bırakmaz memlekette. Dışardan buğday alır hale gelirsin. Halk, asker ve biz büyük mücadeleler verirdik. Halkın çoğu Kürttü. Kürdün Türkün farkında da değildik. Toprak vatan toprağıydı, üzerindeki de bu toprağın çocuklarıydı. Ben Kürtlerin bir fenalığını görmedim. Askerde okuma yazma bilmeyen Kürt çocuklarının, Haso’nun, Memo’nun ailelerine mektup yazardık. Onlar söyler biz yazar, zarfa koyar yollardık. Aynı koğuşta yatıyoruz zaten, savaşa girsek beraberiz. Türkün düşmanı başka Kürdün ki başka değil ya.

Demirtaş genç, çok cesur. Suç işlemeden çok güzel cevap veriyor. Reisicumhur hakaret ediyor, Demirtaş nezaketle cevaplıyor. “Saz çalıp türkü söylüyor” diyor hakaretle. “Ben saz çaldığımı reddetmiyorum ama sen de çaldığını reddetme” diyor. 

Yok efendim Kürtler devlet kuracakmış. Neyle kuracak niye kuracak Kürt devlet. Yardımla devlet kurulmaz. Taşıma suyla olmaz o işler. Öyle bir şey yok. HDP’ye oy verilmesin diye söyleniyor bunlar. Demirtaş hemen iktidara gelemez de meclise girsin şimdilik. En köklü parti Halk Partisi bile alamıyor iktidarı. Ama Demirtaş genç, çok yararı olur memlekete. 7-8 kişiye söyledim HDP’yi. Çalıştığım zaman olsaydı başka olurdu tabii. 30-40 kişi vardı ağaçlandırmada. 

FATİH SULTAN MEHMET GİBİ DÜŞÜNMÜYORLAR

Biz doyumsuzluk istemiyoruz. Cumhuriyeti daha güzel yerlere getirmek varken padişah olmak istiyorsun. Bu herkesin gururuna dokunur. Pek çok AKP’li bile korkuyor bu padişahlık meselesinden.

Fatih Sultan Mehmet’in vasiyeti var, “Evladımdan her kime ki saltanat nasip ola, nizamı alem için diğerini katlede” diyor, memleket sevgisine bak. Evladını feda ediyor vatan için. Bunlar böyle bir şey düşünmüyor, cebini düşünüyor. Yaptım, yedim diyor. Ali Fuat Paşanın dediği gibi miletin malını sen mi kazandın da satıyorsun. Süleyman Demirel ilk köprüyü nasıl zorluklarla yaptı. Yokluk içinde kuruldu bu memleket. Memleket o kadar geriydi ki Devrim, Manisa defterdarı tetanozdan ölmüştü. Sebep ne? Memlekette zarf yok iğne yok. Eski zarfları açar, yeniden kullanırdık. Zarfı ıslatıp yumuşatıyon, ters çeviriyon, tekrar zamklıyon. Postada kullanıyorsun resmi olarak. Eski toplu iğneleri çıkartıp tekrar kullanıyon. Küflenmiş oluyorlar tabii. Defterdarın parmağına giriyor bir tanesi, ölüyor adamcağız. İğneyi güvenli takma talimatnamesi geldi bu olay üzerine. Çizimlerle anlatıyor. Defterdar öyle yapsa batmayacak eline. Kimse ölmedi başka. Düşünebiliyor musun? 

Çok yoksulduk. Demiryolu yapmak kolay mı? Yaptık büyük zorluklarla. Asker yerde yemek yerdi. Masa, sandalye yoktu. Çok şükür bu noktaya geldi memleket. Ama şimdi çalmayı marifet sayıyorlar, yaptılar diye çalmayı hak görüyorlar. Çalıyormuş da yapıyormuş da. Bir şey üretmiyorsunuz ki, olanı satıp savıyorsunuz. Ona yapmak demezler, çalmak derler, sadece çalmak.

ÜÇ KOMUTAN ÜÇ HİKAYE

Sarıyer’de görev yaparken bir yazı geldi. “İstiklal Harbine İştirak etmiş büyük komutanların ziraatla ilgili her türlü müracaatlarında gerekenin yapılmasına”. Koydum dosyaya. Bir hafta geçti ki bir kapıcı geldi. Fahrettin Altay Paşa adına gelmiş. Emirgan’daki evinin bahçesini kurtlar sarmış, bizden yardım istiyor Paşa. Ciple vardık Emirgan’a. O zaman ormanları yapıyoruz, 20 işçi var emrimizde. Sigorta yok, bilmem ne yok. Özel İdareden maaş veriyorlar. Üç tanesini aldım yanıma, ilaçladık Paşanın bahçeyi. Paşa indi bahçeye. 1 95 boyu var. Dirseğine geliyorum. Yunanı denize döken süvari alayının komutanıymış. Hemen öptüm elini. Ahbap olduk. 3-4 gün gittik. “Evladım” dedi bir gün, “üç çeşit orgeneral maaşı var. Bizden sonra emekli olanların aldıklarının üçte birini alamıyoruz.  Yeniler terfi oluyor, geride kalanların maaşı olduğu yerde sayıyor. Hale bak” dedi. Bir şey diyemedim. Bir dahaki gelişimde kapıcıya, “Paşa parayı çok seviyor herhalde” dedim. Duramam ya. “Paşa parayı hiç sevmez. Hanımı öldü, bir kızı var o da alt katta oturuyor. Üç aydan üç aya maaşını alır. Beni zarf almaya gönderir. Bir sürü alırım. Ertesi gün taksiye atlar, Gümüşsuyu ya da herhangi bir askeri hastaneye gider hasta askerleri ziyaret ederiz.” Dedi. O zarflara para doldurur ihtiyacı olan askerlerin yastığının altına bırakırmış Paşa. Sorduğuma soracağıma pişman oldum, o kadar utandım ki. 

Kurtuluş Savaşına komuta etmiş üç generalin elini öpmek nasip oldu bana. Bir de Ali Fuat Cebesoy var. Hala Geyve istasyonunda onun ismi vardır. Geyve’de çalışırken Ali Fuat Cebesoy Paşa geldi köye. Muhtarlıkta karşıladık idare heyeti olarak. Tren geldi, orta boylu, tonton, başı açık... indi Paşa. Atatürk’ün sınıf arkadaşı ve hemşehrisi. Alkışladık falan, köylüler de var. Paşa bir konuşma yaptı. “Köylü kardeşlerim, silah arkadaşlarım, bana karşı gösterdiğiniz tevazuya çok minnettarım. İsmimi buraya vermekle bana gurur verdiniz” falan dedi. “Benim de sizden bir ricam var. Yaşım ilerledi, köy mezarlığında bana bir mezar yeri satılmasını rica ediyorum” dedi. Herkes dondu kaldı. “Söyle muhtarcığım ne kadar istersin” dedi. Muhtar “olur mu Paşam” falan deyince “Muhtarcım benim yatacağım yerde 70  milyonun hakkı var, ben orda yatamam” dedi. “Benim verdiğim parayla köyün ihtiyaçlarını karşılarsın deyip boş bir çek yaprağı uzattı”. Kaymakam da “al, al” deyince aldı muhtar. Bu ikinci Paşa.

Atatürk’ü Samsun’a çıkartan Rauf Orbay. Onu da anlatacam. Altmış İhtilali olunca halkın elindeki silahı toplattı askeriye. Emir geldi bize. Diyor ki tarımda kullanılan silahların bırakılması. O zaman domuz mücadelesi var. Av tüfeklerine vesika veriyorsun. Lojman yok o zaman. Bir evin altında kiracıyız daire olarak, düşün. Odacı Osman geldi. “Abi dedi iki yaşlı bey seni görmek istiyor”. Abi diyor bana. Emekli Oramiral Rauf Orbay biri. Kayınbiraderi ile gelmiş. İçeri aldım, kahve ikram ettim derken mesele şu; Paşanın kayındıraderinin iki tüfeği varmış İngiltere’den getirttiği. Silahlar toplatılınca depolara atılacak, paslanacak edecek. Tarımda kullanacak silah belgesi istiyorlar bu iki tüfek için. Düşün, karşımdaki bir oramiral. İstiklal Harbine iştirak etmiş bir Paşa. Ordaki alay komutanına telefon etse tüfek değil tank bıraktırırlar ama tenezzül etmiyor. Tüfekleri görmek isterim dedim, gittik gördük. Çok güzel tüfeklerdi. Üstte iki namlu saçma atıyor, altta başka bir namlu kurşun atıyor. Üç namlulu. “Vereyim, feda olsun da yazık olacak” dedi. Tamam dedim. Bu hikaye de böyle...

ÖNCEKİ HABER

Partilerin mülteci karnesi

SONRAKİ HABER

Polis HDP aracına silahla saldırdı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa